21 Mart 2020 Cumartesi

90'ların en çok izlediğim yabancı dizileri


İlkokula giderken TRT’de yayınlanan diziler vardı. Okuldan eve gelir gelmez hemen derslerimi yapar dizilerin başlamasını dört gözle beklerdim. Benim aklımda kalan ve severek izlediğim dizileri şöyle bir yazmak istedim.

1-MARİA MERCEDES: Çocukken Mercedes otomobilleri sahibinin bu abla olduğunu zannederdim J Sonradan öğrendim ki Brezilya ve Meksika yöresindeki ablaların %70’nin adı Merdeces’miş J
Maria Mercedes


2-MANUELA: Brezilya dizilerinden en uzun izlediğim buydu sanırım. Fernando vardı başrol oyuncusu. Aklıma geldi kıllı şey J Başroldeki kız güzel ama yanındaki başrol erkek orangutan gibi 
J

Manuela’nın dizi müziği güzeldi. Dinlemek isterseniz linkini veriyorum; https://www.youtube.com/watch?v=qgCFjUmzXx0 
Manuela


3- HAYAT AĞACI: Bu dizideki Kayl’a bayılırdım. Sevgilisi Sam güzel kızdı ama Kayl’a âşık olduğum için Sam’dan nefret ederdim J

Hayat Ağacı’nın ırkçılık nedeniyle yayından kaldırıldığını biliyor muydunuz? Jenerik müziği ve başlangıç görselleri de dizinin neler anlattığının açık bir görseli aslında. İşte jeneriği;  https://www.youtube.com/watch?v=SxsXvsgrgDs

Hayat Ağacı

KYLE



4-ALCANZAR YILDIZA ULAŞMAK: Yav ben bu dizideki Eduardo Capetillo’ya harbi aşıktım ya. Hayat Ağacındaki Kayl’a sakın söylemeyin ama çocukluğumun aşkı Eduardo’ydu aslında. Hatta bizim mahallede bir tane erkek kuaförü vardı. Dükkanının camekanına Eduardo Capetillo’nun resmini yapıştırmıştı. Ne zaman önünden geçsem hayran hayran cama bakardım. Kuaförde çalışan çocuk da onu kestiğimi düşünmüş bana çıkma teklifi yapmıştı J vaayy be Eduardo sen nelere kadirsin J

Eduardo Capetillo

5-MARİMAR: Eduardo sayesinde izlemiştim, yalan yok şimdi :) 
Marimar



6-ROSALİNDA: Bunu da kardeşimin zoruyla izlemek mecburiyetinde kalmıştım J
Rosalinda
Fark ettim de bu Thalia denen kadının ne kadar çok dizisini izlemişiz biz ya. Bu dizileri Türkiye’ye getiren yapımcı sanırım Thalia’ya aşık oldu, devamlı bunun çektiği dizileri bize kakaladı J

Çağların Bitişi

Corona Virüs



Bütün dünya iki haftadır corona virüsüyle uyuyor, corona virüsüyle kalkıyor. Kıyamet gününü bekler gibi tün ülkeler evlerine kapandı ve olağanüstü bir durum söz konusu. Sosyal medyada bir sürü komplo teorileri ve kehanetler havada uçuşurken, uzun zamandır dünya yönetiminin başka bir paradigmaya geçeceğini, büyük bir kırılma olacağını bilenler olan bitene hiç şaşırmıyor.
Benim gibi sürekli takipte olan kişiler ise şimdi gelecek ikinci evreyi bekliyoruz.
Fakat gördüğüm kadarıyla bu konulardan habersiz olanlar aşırı panik yaşıyor ve evlerinde oturdukları müddetçe dünyanın sonunun geldiğini düşünerek panik atak krizleri geçiriyorlar. Öncelikle paniğe gerek olmadığını söyleyeyim. Sadece sakin olup yapılacak büyük değişimlere direnç göstermeyin, o kadar!

Şu anda içinde bulunduğumuz durumun ne olduğunu ve neler yaşayacağımızı, bunun yanında ikinci evreye nasıl ve ne zaman geçeceğimizi merak ediyorsunuzdur. Sosyal bir deneye tabi tutulduğumuzu kabul etmemiz gerekiyor. Bunu kabul ettikten sonra öncelikle “AYNA DÜNYALAR” yazımı okumanızı istiyorum. ( https://yozhal.blogspot.com/2019/08/ayna-dunyalar-nedir.html )Bu yazımın bilim kurgu olmadığını yaşadığımız sancıların da tamamen bu dünyaya geçmek için yapıldığını altını çizerek belirtmek istiyorum.
İkinci olarak, “PARA BÜYÜSÜ” isimli yazımı okumanızı istiyorum çünkü bu yazımda da paranın ne olduğunu, niçin kullanıldığını yazmıştım. (https://yozhal.blogspot.com/2019/11/para-buyusu.html) Bu iki yazımı okuduktan sonra da gelelim sadete;

1-Evet, dünya yeni bir çağa giriyor ve corona virüsü de bunun için geliştirilmiş bir araç sadece. Evet, milyonlarca insan ölecek ve bu ölümlerden sonra dünya yaşlı insan oranında büyük bir değişim yaşanacak. Buna hazırlıklı olmamız lazım maalesef acı ama gerçek!

2- İki tane büyük şok dalgası yaşanacak. Birincisini zaten corona virüsüyle yaşıyoruz, bu dönem yeni sisteme alıştırma ve korku yayarak panik havası yaşatmak için kullanılıyor. Borsalar çökecek. Dünya ekonomisi tam ölmeyecek ama sürünmeye başladı. Çok büyük paralar basılacak ve piyasaya sürülecek. Bunun sonucunda bütün dünya ülkelerinde hiper enflasyon başlayacak. Doğal olarak paranın değeri düşecek.

Sonra ikinci şok dalgası başlayacak. Para sistemi değişecek, ekonomiler tamamen dijital paraya evirilecek. Artık kâğıt para ortadan kaldırılacak. Borsaları batan, hiper enflasyonla başa çıkamayan ülkeler IMF’ye baş vuracak. IMF borç para vermek için iki tane şart isteyecek. Birincisi dijital parayla borç, ikincisi de insanlara çip taktırmayı kabul etmeleri istenecek. Paraya ihtiyacı olan ülkeler bu şartları kabul ettikten sonra dijital paralar ve çipli dünya çağına adım atacağız.

3-Bütün dünya ülkeleri ilk etapta 5G internet alt yapısına sonra da 7G internete geçecek.
(Bunun deneyleri Türkiye’de ve maalesef Çin yapılıyor)

4-Sosyal puanlama sistemi gelecek. Buna block change deniyor. Yeni sistemde hâkim, savcı ya da avukat olmayacak. Çünkü suç unsurunda inkâr olamayacak, yani insanlar işledikleri suçları inkâr edemeyecek. Bizleri izleyecek kameraların arkasında yapay zekalı kuantum bilgisayarları olacak ve bir insanın iyi veya kötü eylemleri her an kameralarla izlenecek. İspatlı eylemlerde insanlar inkâra kalkışamayacak.

İnsanlara artık puan verecek. Alınan her iyi puan hanenize artık bir değer, yaptığımız her kötü eylem de eksi puan olarak yansıyacak. Bu da sosyal puanlarımız olacak. Toplam puanlarımız hayatımıza yansıtılacak. Örneğin temiz, sağlıklı, güzel konumda bir otelde tatil yapmak istiyoruz işte aldığımız bu sosyal puanlar devreye bu aşamada girecek. Bizim o otellere layık olup olmadığımıza yapay zekâlı kuantum bilgisayarları karar verecek… gibi.

5-Dijital tıp dönemi başlayacak. İnsanlara biyometrik çipler takılacak. Virüs gelmeden anında insanlara alarm verecek, ya da hastalanmadan önce insana bilgi verecek buna göre tedavi yöntemi önerilecek. Önerilen tedaviye göre insanlar kendilerine yol izleyecekler.  

6-Kadın erkek ilişkileri ortadan kalkacak. İnsanlar cinsel olarak “nötr” olacaklar. İçimizdeki dürtülerin çoğu ehlileştirilerek daha sakin davranmamız sağlanacak.

7-Din olmayacak  

8-Okullar olmayacak (Dijital öğrenim sistemine geçilecek)

9-Şu zamana kadar öğrendiğimiz tüm bilgilerin yalan olduğu ve yeni bilgilerin öğrenilmesi gerektiğini söyleyecekler. Gerçek ve doğru algılarımız tamamen değiştirilecek. Eskiden doğru ve gerçek diye bildiklerimizin “yalan” olduğunu gösterecekler.

10-Artık sert, nobran, yalancı, üçkâğtçı, açgözlü, paragöz siyasetçiler ülke yönetiminde olmayacak. Naif, insancıl, bilgili, uzman, işlerini bilimle çözümleyen, liyakat sahibi siyasetçiler tarafından yöneticeleceğiz. Eski tip siyasetçiler ülke yönetiminde var olamayacaklar.

Şimdilik yazmış olduğum bu on maddeyle sınırlandırdığım yeni sistemin kuralları bu şekilde. İleride daha katlanılmaz olanlarını da yazarım :) Kendimizi bir bilim kurgu filminin içindeymişiz hissediyor olmamız çok normal çünkü o filmleri yaptıranların da “bilim kurgu” sevdikleri için yaptırmadığını anlamanız lazım. Bir fare gibi yavaş yavaş, kıkırdaklarımızı üfleye üfleye ısırıyorlar. Zihnimizin alt yapısını ilk önce filmlerle ve dizilerle hazırladılar, bunların ardından kitapları geldi, sonra inançları ve davranışları ve sonunda izlediğimiz o dizinin ya da okuduğumuz o kitabın tam da içinde bulduk kendimizi.

Ölüm korkusuna kapılan bir toplum canını ve sevdiklerini korumak için her türlü akıl dışı dayatmayı kabul eder. 

Bizler de böyle yapıyoruz!

20 Mart 2020 Cuma

Corona Virüsü / Yeni Bir Çağın Başlangıç Sancısı

Corona Virüs

İçine derin bir nefes çekti, artık bedeninde gökyüzünün mavisinden bir parça vardı. Sakladığı tüm acılarını ortaya saçmakla içindeki kırgınlıkların akıp gittiğini görüyordu. Boşuna yaşanmamıştı bu karanlık çağ, bir sebebi vardı. Silinip gitmesi gerekiyordu bütün hainliklerin, yağmur sularında arınması lazımdı dökülüp paslanmış duyguların, aşınmış hislerin yerini tazelerinin alması gerekiyordu. Bir paça ümit gerekiyordu ve sonunda evren onlara selam durmuştu. Siz benden aldıklarınızı geri verin, ben size daha çok vereceğim demişti. Bilinçli olarak susturuldu bütün dünya. Işıklar söndü, mumlar yakıldı. Fabrikalar durdu, elle çapa başladı. Arabalar gitmesi gereken yerlerde değil, kalması gereken yerlerde park edildi. Pencereler gün yüzüne hasret yüzleri çıkardı dışarı. Bir nefes almak için başını dışarı uzatanlar çiçeklenmiş sürgün veren ağaçları gördü. İki ay insanlar için ölüm gibi, doğa için yaşam oldu. Her şey tersine döndü. İnsan kendi eliyle yarattığı distopyadan uyanırken, doğa ana insana ütopya hazırlamıştı. Tertemiz bir gökyüzü, temizlenmiş denizler, temizliğe alıştırılmış insanlar, elindekiyle yetinmeyi öğrenmiş, kalabalıklara karışmadan, aşırılıkları bırakan topluluklar. Kendi yarattığımız canavarın bizi yutmasına ramak kala yaşadığımız kâbusun çarşafları kaldırılmıştı. Kirletilmiş çarşafların yıkanmış mis gibi kokanlarıyla yer değiştirmesi değiştirdi hepimizi.

Ekonomiyi artık eskisi gibi umursamayan bir kafa yapısı çıktı ortaya. Altı üstü kâğıttan yapılma olan paraların haddinden fazla değer verildiği zamanlar geride kalmıştı. Ne üretirsen onu yiyebileceğin bir döneme girilmişti. Sadece bir ülkeye abanarak, kalabalık toplumların iş gücüne dayanarak ucuz ama kalitesiz üretim modeli dünya doğası tarafından istenmiyordu. Bir kısım insanların çok çalışıp az kazandığı o karanlık çağ, evrenin dengesini bozmuş adalet terazisinin ayarını kaçırmıştı.
Çin, bir buçuk milyar insanı “iş gücü” olarak görüp hayvanlara bile yapılamayacak eziyetlerle çalıştırmış, hem dünyanın terazisini şaşırtmış hem de ülkelerin üretim şeklini bozmuştu. Çin’e güvenen, hem ucuz hem sağlıksız imalatını yaptıran dev ülkeler yan gelip yatmış, dev ülkelerin vatandaşları tembelliğe alıştırılmıştı. Tembelliğe alışan insanlar bundan hiç şikâyetçi değillerdi. Az çalışarak çok kazanmanın tadı başka oluyordu ne de olsa.
Bir buçuk milyar insanına güvenen Çin dünyanın marabalığını yapmaya zaten gönüllüydü ve iğneden ipliğe ne varsa ben yaparım diyordu. Fakat bu aç gözlülük doğanın kanunlarında yoktu. Doğanın kanunlarını bile isteye bozduk ve sonunda karanlık çağa adımımızı attık.
Tüketim çılgınlığı çağının sonu işte böyle geldi. Bir virüs insanlara dur dedi! Mecburen evlerimize kapandık. Ölüm korkusu sardı her yeri, ölmemek için işlerimize gidemedik. Çalışamadığımız için para kazanamadık. Para kazanamadığımız için faturalarımızı ödeyemedik. Faturalarımızı ödeyemediğimiz için ekonomi durgunluğa girdi. Durgunluğun ardından panik havasıyla birlikte borsalar çöktü. Borsalar çökünce elimizde bir halta yaramayan kâğıt parçaları değersiz hale geldi. İnsanlar para mı, sağlık mı diye sormaya başladı. Devletler bu bitişi az hasarlı hale getirmek için borç ertelemelerine gitti. Para bastı, dünyaya sattı ama bir türlü kötü gidiş engellenemedi.
Bir kere ipin ucu kaçmıştı. Umursamamıştık! Gerçekler hep sümen altı edildi. Çin imalatının durmaması için virüsü üç hafta açıklamadı. Virüsün varlığını anlatan insanlar öldürüldü ya da ağır cezalar yedi. Dünya corona virüsü yıkımının gerçek boyutunu tam olarak algılayamadı. Küçümsedi, bize bir şey olmaz dedi. Sonunda o küçük insanlar tüm dünyayı bir virüsle esir aldı!
Çıkışımız yine bizim dünyaya bakış açımızdan geçiyor. Ya bu vahşi tüketim dünyasının birer neferi olarak hayatımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz ve her sene başka bir virüs belasıyla sarsılacağız ya da topyekûn bütün kuralları kaideleri değiştirerek, asıl olması gereken gibi yaşamaya başlayacağız. Hırslarımızdan uzaklaşarak, kendimize ve çevremize kadar üreterek, başkalarının sırtına basarak değil, el birliğiyle çalışarak dünyanın eski haline geri döneceğiz ki zaten sistem değişikliği başladı. Bunu hiç kimse tersine döndüremez.
Koltuklarınıza oturun ve hazırlanın.

Küreselleşmeyle birbirine giren ülke sınırları kapatıldı. Avrupa ülkelerinin “birlik” unsuru olan shengen geçişler iptal edildi. Bu gelişmeler Corona virüsünün geçmesinden sonra Avrupa birliğinin dağılacağının göstergesi. Daha geçen aylarda Amazon ormanlarının 3/1 yandı, Avustralya kıtasındaki yangınlar aylarca sürdü ve ormanlar yok oldu. Çin tek başına bütün dünyanın havasını kirletme konusunda başı çekiyordu. Kurdukları barajlarla dünyanın manyetik alanında ufak da olsa sapmalar yaratıyordu. Doğada yaratılan bu hızlı değişimler bir şeylerin habercisi oldu. Para sisteminin değişeceğine, kapitalist tüketimin bitirilişine, ekonomideki olmayan şeylere değer biçip firmaların iflas ettirilmesine, haddinden fazla hakkı olmayan paraları kazananlara, kifayetsiz ve basiretsiz, açgözlü ve hain, nobran, kaba, bilgisiz, paradan başka hiçbir şeye tapmayan, milletini aç bırakıp çevresini zengin eden siyasetçilere, dini savaşlara, dini kullanarak terörist üretenlere artık doydu bu dünya.

Şimdi rahat olun ve bir sene sonra neler yaşayacağımıza odaklanın.
Her geçiş dönemi sancılı olmuştur. İstanbul’un Fethi, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş vs. Hep bu dönemlerde insanlığın kaderinin ve dünya çarklarının değiştirildiği sistemler olmuştur. Düşünün biraz 100 yıl öncesine gidin ve düşünün sadece, o sancılı geçen senelerde yaşayan insanları düşünün. Ölenleri o yıllarda ölenleri de düşünün. Çağ atlarken ve dünya yeni bir sisteme adım atarken maalesef çok büyük yangınlar çıkar. Milyonlarca insan ölür. Bazen o yangınlar iyidir. Bir yanardağın patlamasını düşünün. Lavlar her yeri sarar ve altında kalan her şey kül olur ama küllerinden doğan doğa eskisinden çok daha iyi, daha değerli, daha sağlıklı olur. Bu dönem de öyle olacak.
Korkularınızı yenin, ne olursa olsun ayakta kalmaya bakın çünkü güçlü olan kazanacak. Yeni bir çağa merhaba.

7 Ocak 2020 Salı

Sekiz Hikâye Yazma Tüyosu


Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Amerikan edebiyatına damgasını vuran Kurt Vonnegut’un kısa öykü hakkındaki tezi, vakti zamanında Chicago Üniversitesi tarafından kabul edilmemişti. Zaman, üniversitenin yanıldığını gösterdi. İşte Kurt Vonnegut’un verdiği derslerde önerdiği sekiz hikâye tüyosu:

Kurt Vonnegut - Yazar


1-Tamamen yabancı birinin zamanını öyle bir kullanın ki onda zamanın boşa aktığı duygusu uyanmasın.

2-Okuyucuya onu coşturacak en bir tane karakter verin.

3-Her karakter, bir bardak su bile olsa bir şey istemeli.

4-Her cümle şu ikisinden birini yapmalı; karakteri açığa çıkarmak ya da eylemi geliştirerek ilerletmek.

5-Sona olabildiğince yakın başlayın.

6-Sadist olun. Başlıca karakterleriniz ne kadar masum olsa da onların başına korkunç şeylerin gelmesini sağlayın. Böylece okuyucu onların neden yapıldığını görebilir.

7-Lütfen bir tek kişiye yazın. Eğer pencereyi açıp dünyaya ilan-ı aşk ederseniz, doğrusunu söylemek gerekirse, öykünüz zatürre olur.

8-Okuyucularınıza olabilecek en kısa sürede en çok bilgiyi verin. Belirsizliğe girmeyin. Okuyucu neyin nerede ve neden döndüğünü tam olarak bilmeli. Böylece son birkaç sayfasını hamam böceklerinin yediği bir öyküyü kendileri tamamlayabilirler.

3 Ocak 2020 Cuma

Başlangıç / Dan Brown

Dan Brown'un yeni kitabı çıktığında belki de ilk alanlardan biri de bendim. Aşağıda yazdığım metni Milliyet gazetesinin blog sayfasında yayınlamak istedim ama yayın politikalarına uymadığı gerekçesiyle reddedildi. Ben de yeni oluşturduğum blog sayfamda yayınlamak istedim. Biraz geç oldu ama olsun, bence hiçbir şey için geç değildir.

Kitabın ismi "Başlangıç." Kitap daha çıkmadan önce söylentileri gelmeye başlamıştı. Dan Brown okuyanlar az çok onun kitaplarını bilir ve takip ederler. Ben de 2 kitabını daha önce okumuştum. Edebiyat sever arkadaşlarımın ve sosyal medyanın duyurularıyla Başlangıç kitabını merak ettim, aldım okudum.
Dan Brwon / Başlangıç

Kitabın konusu; aslında son zamanlarda oldukça fazla malzeme ortaya çıkaran, bir çok yazarın yazmaktan hoşlandığı, yüz yıllardır tartışıla gelmiş, bir çok ölüme, işkenceye sebep olmuş bir konu. "Tanrı var mıdır, yok mudur?" Konu bu ve konuyu kendi çerçevesinde sağlamlaştırabilmek ve kitabı okutabilmek için diğer unsurlar da unutulmamış. Örneğin, yapay zekâ. Yapay zekânın yanı sıra kitaba ilgi çekmek ve okuyucuyu sürüklemek için bazı sorular eklenmiş. Mesela; "Nereden geldik? "Nereye gidiyoruz?"

İnsanlar bu soruları hep sormuştur. Bu sorulara bilim ayrı cevaplar verdi, dinler ayrı cevaplar verdi. Binlerce yıldır da bilim ve din arasındaki en büyük çekişme bu konular arasındadır. Bilimin ve dinlerin arasının bu kadar bozuk olmasının en büyük sebebi de bu iki sorudur. Çünkü bilim insanları konuyu açıklarken deneyler sonucunda ortaya çıkan verilerle cevap veriyor, dinler ise "vahiy" denilen Allah tarafından peygamberlere indirilen yazılara dayanarak cevap veriyor. 

Bilim Darwin'in Evrim Teorisini desteklerken, dinler ise insanların çamurdan yaratıldığını, ilk önce Adem ve Havva'nın olduğunu sonra da ensest ilişkilerden çocuklar meydana geldiğini anlatıyor. Sizce hangisi doğru? Bilimin söylediği mi, dinlerin yazdığı ve anlattığı mı?

İşte bu kitapta kafası karışık insanları ikna edebilmek için bir dizi bilimsel veriler açıklanıyor. Kitapta ikinci kahraman Edmond Krish bir bilim adamı. Yapay zekayla çalışan bir bilgisayar icat ediyor. İnsanların ve diğer canlıların Tanrı olmadan, kendiliğinden ortaya çıktığını bir deney yaparak "kendince" ispat ediyor. Bu deneyle, Tanrının olmadığını, organizmaların evren tarafından, kaotik bir düzensizliğin, bir anda düzene girmek istemesiyle ortaya çıktığını iddia ediyor. Bu cümlede geçen kelimelere dikkat buyurunuz, ne dedim tekrar yazayım, "KAOTİK BİR DÜZENSİZLİĞİN BİR ANDA DÜZENE GİRMEK İSTEMESİ"

Bu cümleden ne anladınız bilmiyorum ama benim anlatmak istediğim şey basit. Evren aslında kaos teorisini göre düzensiz bir sistemle çalışıyor ama bu düzensizliğin içinde bile bir düzen var. Çünkü düzene girmek için bir irade ortaya koyuyor. Yani yağmur yağarken aslında gökyüzündeki bir çok fiziksel, biyolojik, kimyasal ve nice karmaşık oluşum bir araya geliyor ve bu düzensizlikten yağmur ortaya çıkıyor gibi.

Kitapta Edmond Krish adlı bilim adamının yaptığı deneyden sonra artık dünyada hiçbir dinin kalmayacağını, inanç sistemlerinin yok olacağını, vahiy denilen şeyin uydurma şeyler olduğunu göreceğimizi söylüyor.

Kısacası, kitabın içindeki kaçma, kurtulma, katiller, cesetler vesaireleri çıkardığımızda elle tutulur tek ana fikri, kitabı ayakta tutan direkler bunlar oluyor. Kitabı yeni okuyacaklar için fazla açıklama yapmak istemiyorum. Heyecanı kalsın ama benim bu kitapla anlatmak istediğim şey çok farklı. Zira kitap okuyup bitirenlerde şöyle bir duygu bırakacak; "Bu muydu yani?"

Neden böyle bir soru sordum peki? Açıklayayım; Öncelikle Dan Brown, kitaplarında sürekli din öğelerini kullanan bir yazar. Zaten onu dünyaya tanıtan şey de, dinlerle ilgili ortaya attığı sansasyonel bilgiler. Da Vinci Şifre'sinin etkileri hâlâ üzerimizde. Vatikan'a bakış açımız 180 derece değişti. Hristiyanlık, gözümüzde çok farklı bir noktaya oturmuş durumda. Bu kadar etkili bir din yazarı, tabii ki yeni kitabında da aynı öğelerle hareket ediyor. Ben de, "Yine aynı konu yine aynı simgeler, dinlere olan öfkeli bir karakter," etkisi yarattı. Bu birinci husus.

İkinci husus, bir çok yazarın madeni haline gelen yeni teknolojik buluşlar. Son yıllarda inanılmaz derecede atılım yapan teknoloji yazarların da hayal dünyalarında çok farklı ufuklar açmaya başladı. Örneğin yapay zekayla ilgili son zamanlarda yüzlerce kitap çıktı. Çok enteresan bir şekilde işlendikçe yeni cevherler çıkaran maden haline dönüştü. İnsanlar da çok tuhaf bir şekilde teknolojik kurguları çok beğeniyor ve takip ediyor. Dan Brown bu kitabında yapay zekayı kullanmış, her zamanki gibi hiç şaşırtmıyor. Romanın kurgusunda bu var ama farklı bir atak bekliyorsunuz okurken ama maalesef o atağı göremedim ben. Bu konuda beni çok şaşırttı açıkçası.

Üçüncüsü, kitabın sonunda yine ikilemli bir durum bırakarak "acaba mı?" diye havada bırakmış. Yani Adem ve Havvacılar da kazanabilir, Tanrı yoktur diyen de kazanabilir. Ne şiş yansın, ne kebap deyip kendi hikayesini öylece ortada bırakıyor. 
Bu üç sebepten ben biraz hayal kırıklığına uğradım açıkçası. Fakat, şöyle etkili bir durumu var Dan Brown'un, sorduğu soruları açık açık, hiç kıvırmadan soruyor. Tanrı yok diyen bir karakter icat ediyor, bu karakter ortaya tezler atıyor ve tezleri de gayet inandırıcı bir şekilde işliyor. Okuyucunun aklına  büyük bir çengel atıyor. Bu konuda çok başarılı, çünkü işi bu.

Yeni Dünya Düzeni denilen bir sistemin edebiyatçısı diyebilirim. Dan Brown, dönmekte olan sistemin çarklarında su taşıyan bir dişli sadece. Yazdığı kitapların en büyük amacı da bu aslında.

The Economist dergisinin 2017 Ocak ayı sayısının kapağını görenler bilir. Dergi kapağında sekiz tane tarot kartı vardı. Yeni Dünya Düzeni paranoyasıyla hareket eden derginin sahipleri, bu sene dünyada olacakları ve ondan sonra olacaklar için tarot kartı açtırmış gibi bize sunuyorlardı. O kartlardan birinde "THE WORD" yani dünya yazıyor. Bu kartın üzerinde çok enteresan bir çizim var. Bir güneş, etrafında ışınları, üç tane tapınak, o tapınakların üzerinde bir tablo, bir kapalı kitap, bir açık kitap ve tiyatroda kullanılan gülen yüz ağlayan yüz maskı. Bu kartı yorumcular şöyle açıklıyor;

The Economist kapağı


"Resimde yer alan figürler; inançlar, dinler veya kültürler arası bir mücadelenin olacağı hususunda bir mesaj bulunduğu algısını oluşturuyor. Zira resimde bir piramit ve eski Grek tarzı iki tane tapınak benzeri yapı var. Ortadaki yapının arka tarafına doğru kubbemsi bir yapı daha var. Ancak bu mücadelenin “The Tower” kısmında belirtilen mücadele veya savaştan farklı olarak “metafizik boyutu” olan bir mücadele olduğunu düşünüyorum. Semavi dinler ile paganist öze sahip olan inançların, metafizik boyutta cereyan eden  mücadelesi resmedilmiş sanki."

Bu yorum Şahin Karaoğuz'a ait. Lütfen internetten açın, bu bahsettiğim The Economist dergisinin kapağını inceleyin. Orada bir açık kitap, bir de kapalı kitap var. Benim yorumum da şöyle, bu iki kitapla anlatılmak istenen şey, şu anda dünya üzerinde olan semavi dinlerin devrinin kapandığını, yeni bir din için yeni bir kitap yazıldığını anlatıyor. Yeni dinin yeni kitabını da bence Dan Brown yazıyor! Bu zamana kadar yazdıkları fragmandı, asıl kitap çok yakında gelir, bekleyin derim.

Bu yorumdan sonra gelelim meselenin en can alıcı noktasına. Yeni Dünya Düzeniyle şu anki dinler yok edilerek, yeni bir din oluşturmuş hatta yazmış olan bu insanlar, haklı mı? Gerçekten Tanrı yok mu? Gerçekten canlılar birden bire, fizik kuralları çerçevesinde mi oluştu? Bizler doğanın kendi içindeki kuralları dahilinde mi var olduk? Nedir bunun cevabı?
Ben bazı araştırmalar yaptım. Tabii ki bu soru yüzlerce yıldır tartışılan sorudur. Bir çok bilim insanı bu uğurda canını feda etmiştir. Öyle kolay bir cevabı yoktur ama biraz mantıktan bahsedelim. 

Hallac-ı Mansur (858-922) 9.asırda bu soruyu kafasına takan bir alimdi. Mutlak varlığın kişide vücut bulduğunu ve kişinin varlığının tanrının -mutlak varlığın- varlığı içinde yok olduğunu söyledi. Bu düşünce, o dönemde çok büyük ses getirdi. Allah'a küfür ettiğini söyleyerek, Hallac-ı Mansur işkencelerle katledilmiştir.

Farabi (870-950) O da 9.asır düşünürlerinden. Bakın o bu konuya nasıl bakıyor;
"Hiçbir şey kendiliğinden yok olmaz, böyle olsaydı, varlık olmazdı," diyor. (Yani, dinazorların bir anda yok olmasını izah eden bilim insanlarına burada bir cevap veriyor)

Gazzali (1058-1111) Ne diyor;

"Onun varlığı açıktır. İnsanın kendi varlığına dair hiç şüphe yoktur. İrade ediyorum, demek ki varım."

Burada şunu ifade ediyor, İRADE ETMEK! Hiçbir varlık, irade ortaya koymadan var olamaz. Bu açıktır. Bilim insanları, canlıları doğanın kendi kuralları içinde kendiliğinden ortaya çıktığını söylüyor. Peki, doğanın ve fiziğin KURALLARI, bu kuralları kim koyuyor? 

Bakınız, İbn Tufeyl (1106-1186) İnsanın merak, keşif, kavrama ve bilgelik evrelerinden sonra hakikate ulaşacağını, tanrının varlığını bu noktada kalben olduğu kadar, aklen de kanıtlayabileceğini ortaya koydu. Yani, bilim insanları ne kadar ileri teknolojilerle, deneylerle tanrının olmadığını ispat etmek için çırpınsalar da, varacakları tek nokta, yine Tanrının varlığıdır!
İbn Rüşd'ün fikirleri de bu konuya ışık tutuyor. İnsan bazı şeyleri sezgi yoluyla, bazı şeyleri kalbi olarak biliyor. Akli bilgiler, duyular ve deneyim yoluyla elde ediliyor ama bazı bilgiler vardı ki, doğuştan, demiştir. Burada açıktır, irade denilen şey durup dururken olacak bir şey değildir. Ortaya konulması gerekir. İlericidir, harekettir. 

Saydığım bütün bu nedenlerden dolayı, Başlangıç kitabındaki Edmond karakterinin savunduğu Tanrı yoktur fikri bana çok zorlama geldi. Daha mantıklı ve bilimsel, elle tutulur tezler sunulabilirdi ama yapılmamış. Dinlerle ilgili konulara girmek istemem çünkü oraya girildiğinde işin içinden kimse çıkamaz. Dünya üzerinde yüzlerce din inancı var. Hepsinin kuralları kaideleri farklı farklı. Mezhepler, tarikatlar, cemaatler derken iş sazan sarmalına dönüyor. Bu girdabın içine girip debelenmenin bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Konunun bu kadar basit olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü yüzlerce yıldır araştırılan bir şey bu kadar kolayca noktalanamaz. Sizler ne düşünüyorsunuz bu konuda, bir fikriniz var mı?


2 Ocak 2020 Perşembe

ATİYE

Atiye 
Beren Saat ve Mehmet Günsur’un başrol aldığı  “ATİYE”  dizisi 27 Aralık’tan itibaren Netflix’te yayına girdi. Dizinin çekime başladığını duyurduklarından beri merakla yayına girmesini bekledim. Sonunda ilk sezonu yayınlanınca hemen izlemeye başladım.
Genç ve güzel bir ressam olan Atiye’nin geçmişten günümüze uzanan mistik yolculuğunu anlatan bir dizi olarak karşımıza çıkıyor. Atiye İstanbul’da güzel bir evde kardeşiyle birlikte yaşamaktadır. Zengin ve yakışıklı sevgilisi ve ona destek veren bir ailesi vardır. Çocukluğundan beri takıntılı bir şekilde çizdiği bir sembol vardır. Bu sembolü çeşitli şekillerde resim haline getirmiştir. İlk kişisel sergisini sanatseverlerle buluşturur. Serginin açılışı yapılır, sergi esnasında yaşlı ve yüzünde tuhaf semboller olan bir kadın görür. Peşinden gider ama kadın ortadan kaybolmuştur. Ertesi gün internet haberlerinden biri Atiye’nin telefonuna düşer. Haberde Göbeklitepe’de yeni keşfedilen bir sembolden bahsedildiğini okur. Önce çok şaşırır, çünkü Göbeklitepe’de bulunan işaret takıntı haline getirdiği sembolün birebir aynısıdır. Binlerce yıl önce yapıldığı öne sürülen Göbeklitepe’de ortaya çıkan bu sembolü Atiye’nin küçüklüğünden beri biliyor olması onu araştırmaya yönlendirir. Ani bir kararla hiç kimseye haber vermeden Göbeklitepe’ye gider. Yolda esrarengiz bir kızla karşılaşır ve bu küçük kız Atiye’nin antik harabelerle arasındaki bağı ortaya çıkarmak için ona yardım eder. Göbeklitepe’nin arkeolojik kazılarının başındaki Erhan, Atiye’nin kazı alanına gizlice girdiğini fark eder. Bundan sonra gelişen olaylarda Atiye’nin gizemli geçmişi, Erhan’la olan bağlantısı ve mistik gizemler bir bir ortaya çıkmaya başlar.
Dizinin Göbeklitepe’yi dünyaya tanıtma fikrine bayıldım. Göbeklitepe yüzyılın arkeolojik buluşudur. Bence dünya tarihini yeniden yazdıracak bir potansiyele de sahip. O yüzden çok güzel bir fikir, dizinin senaristi Nuran Evren Şit’i kutluyorum. Bunun yanında Nemrut gibi Sümer tabletlerinde adı geçen bir karakterin Tümülüs’ünün diziye eklenmesi, Göbeklitepe’yle bağlantı kurulması bence dâhiyane bir fikir. Çünkü Nemrut tarihte ölümsüzlüğü aramasıyla ünlenmiş bir kral. Ölümsüz olabilmek için Adıyaman’da bulunan dağın zirvesine bir mezar yaptırtmıştır. Bu göndermede dizinin konusuyla paralellik vardı, her iki arkeolojik alanı birbiriyle amaç olarak bağlamak oldukça akılcı olmuş.
Gelelim başka dizilerle olan benzerliklerine, ben şahsen devamlı Netflix izleyicisi ve ilgi alakası bu tarz konular olan biri olarak ilgimi çeken dizilerin neredeyse tamamını izledim. O yüzden Atiye dizisinin konusunu ve içinde geçen bir takım unsurları başka (yabancı) dizilerle karşılaştırabiliyorum.
Örneğin; Atiye’nin takıntılı olduğu ve sürekli çizimlerini yaptığı sembol göndermesi “12 MONKEY” dizisinde de vardı. 12 Monkey dizisinin tamamını izledim, izleyenler de bilir ki başkarakterlerden biri Jennifer Goines, şizofren teşhisi konulmuş, kendisine “ASAL” diyen bir karakterdi. Sürekli akıl hastalıkları hastanesinde tutuluyordu ve kapatıldığı odanın duvarlarına maymun sembolü çiziyordu.
12 Monkey - Jennifer Goines

Jennifer Goines nereye giderse bu sembolü çizer ve onunla ilgili gelecekte bir felaket yaşanacağını iddia ederdi. Atiye’de de aynı çağrışımları gördüm. Atiye sürekli bir şekil çiziyor ve bunun ne anlama geldiğini öğrenmek istiyor. 

Sonsuz Zaman Sembolü - Atiye


Sonunda Göbeklitepe’den çıkan bir taşta yaptığı sembolün aynısını görüyor. İncelemek için kazı alanına gidiyor ve arayış Atiye’yi şizofrenik bir sarmalın içine sürüklüyor. Doktor, Atiye’ye şizofren teşhisi koyuyor ve bir müddet hastanede kalıyor. Jennifer Goines de kimsenin göremediği insanları görüyordu, gelecekte neler olacağını görebiliyordu, hisleri çok kuvvetliydi, ailesi onu hastaneye kapatmıştı. Atiye’ye de aynı temaların işlendiğini gördüm. Bir anda ortaya çıkan anneanne, aniden kaybolmaları, tabutun içinde kendisini görmesi, tıpkı 12 Monkey dizisinde olduğu için tırnaklarıyla duvara çizim yapılması öğeleri bana direkt bu diziyi hatırlattı.
Ayrıca 12 Maymun dizisinde işlenen sonsuz zaman, döngüler, zamanlar arası geçişler, paradokslar, bir insanın başka bir zaman düzleminde ilerlerken ölen insanları canlı görmesi gibi konuların da Atiye’ye olduğunu gördüm. Atiye’de 8.bölümde ölen kız kardeşi Cansu’nun Elif olarak ortaya çıkması, Cansu’nun Atiye’yi hatırlamaması da zaman sıçraması ya da paralel evren fikrine göndermeydi.
Başka benzerliklerde var elbette, örneğin 8.bölümde Atiye Göbeklitepe’deki zamanlar arası geçişi sağlayan kapıyı bulduğunda dar bir tünelden geçiyor. Geçitten geçerken zamanda sıçrama yaşıyor. Zamanda sıçrama yaşandığında dizide grimsi bir ekranla karşılaşıyoruz, tam ne olduğunu anlamaya çalışırken, Atiye ölen kız kardeşiyle konuşurken buluyor kendisini. Bir evin önünde, kapısı açık, karşısında kız kardeşi duruyor. Kapı eşiğinde durmuş kardeşine “Cansu” diyor, Cansu da ona; “… Dediğim gibi benim adım Elif, sizi tanımıyorum,” deyip kapıyı kapatıyor. Demek ki zaman sıçraması olduğunda Atiye kardeşini buluyor, kapısını çalıyor ve onunla konuşmaya çalışıyor. Bize de sadece Cansu’nun gerçek ismini bildiği ve söylediği sahne gösteriliyor.
Bu sahneyi izlerken aklıma hemen “DARK” dizisi geldi. İzleyenler bilir, Dark dizisinde de ormanın içinde nükleer santralin yakınlarında bir mağara vardı. Mağaranın içinde de dar bir tünel bulunuyor, tünelin içinden geçenler ya 33 yıl geçmişe ya da 33 yıl geleceğe gidiyorlardı. Tünelden geçen kişiler büyük babalarını, komşularının annelerini, oturdukları kasabadaki yaşlıların gençliğini, hatta kendilerinin yaşlanmış hallerini görüyorlardı. Atiye’nin 8.bölümdeki bu tünel sahnesi bana hemen Dark’ı hatırlattı. Dark dizisiyle benzeşen yerleri bu kadarla kalmıyor elbette, aynı zamanda dizinin içinde kilit rol sahibi bir karakter benzerliğini de fark ettim. Claudia Tiedemann isimli zaman gezgini Atiye dizisindeki Zühre ile benzeşiyor. Claudia Tiedemann her şeyi çözmüş ve zaman sıçramalarını bitirmek için elindeki makineyle Jonas Kahwald karakterini öldürmeye çalışıyordu. Atiye dizisindeki Zühre karakteri de Göbeklitepe’nin gizemini biliyor. Göbeklitepe’nin altındaki tünelden geçtiğinde farklı bir zaman dilimine sıçrama olduğunu ve bu zamanda ileri ya da geri gidildiğini bilen tek kişi. Kısacası Zühre hem dış görünüş olarak hem de betimlediği karakter olarak Dark dizisindeki Claudio Tiedemann’a çok benziyor.

DARK - Claudia Tiedemann

ATİYE - Zühre
Bunları bir kenara koyduğumda Atiye dizisi Türkiye’deki diğer dizilerin içinden sıyrılıyor. Hatta “Hakan Muhafız” dizisinden de farklı diyebilirim. İki sezon yayınlanan Hakan Muhafız dizisi benim beklentimi karşılayamamıştı. İstenen etkiyi yaratmadı ama Atiye bir Netflix dizisi kalitesinde, senaryosunda ve karakterlerinde yabancı dizilerle bazı benzer taraflar olmasına rağmen ilk sezonu güzel bir etki yarattı. Görsel olarak, kullanılan renk ve tonlar sinema tadındaydı. Birkaç tane çocukça efekt haricinde yapılan iş iyiydi.

27 Aralık’tan beri sosyal medyada konuşulmaya devam ediyor, bu durum dizi için güzel bir gelişme. Hakan Muhafız’ın yarattığı hayal kırıklığını yaşamadım. Gördüğüm kadarıyla diğer insanlar da yaşamamış. İkinci sezonu merakla bekliyorum.

 

12 Kasım 2019 Salı

İntikam

İntikam


Okan’ın yapması gereken sadece bir hamle kalmıştı. Biliyordu, onu da gözünü kırpmadan yapabilirdi. Yalnız bir sorun var gibiydi. Nedense kendine hâkim olamıyordu. Hâlbuki her şeyin kendi ellerinde olduğunu gayet iyi biliyordu. Saçma sapan aşk duygularına kapılmış olamazdı herhalde? Ya da bunun gibi bir şey? Şu ana kadar hesapladığı tüm adımları doğru düzgün attığı için, şu saatte kendinden de şüphelenemezdi. Zaten böyle bir lüksü de yoktu.

O, hâlâ yatağında mışıl mışıl uyuyordu. Uzun zamandır yüzüne kilitli bir vaziyetteydi. Onu huşu içinde izlemekle meşguldü. Sonra anlamlandıramadığı bir şey oldu.
“Ne kadar da güzel uyuyorsun. Az önce boynuma sarılıp uyurken, kokunu içime çekiyordum. Yüzünden akan masumiyet nasıl da bana ket vuruyor,” dedi. Bir anda yatağın kenarından fırladı. Elini başına vurdu. “Ne? Sen ne diyorsun be aptal! Yoksa içimdeki ses mi bunları söyledi? Ben bunları düşünüyor olamam.”

Evet, içindeki ses durmak bilmiyordu. Dün geceden beri susmak da bilmemişti. Yatak odasında bir o yana bir bu yana gidip gelmeye başladı. Hemen aklına örümcekleri getirdi. Zora girdiğinde ilk aklına getirdiği şey örümceklerdi. Ne güzel ağ örerdi onlar. Dünyaya üzerinde olmayan, benzersiz bir terzi gibiydiler. Avlarını yakalamak için ördükleri ağlar, hiçbir makinenin üretemeyeceği kadar kaliteliydi. Sabırla örerlerdi, sabırla! Sonra da hoop, avları düşerdi ağa. O ağa düşen hiçbir canlı, canlı olarak kalamazdı. Eninde sonunda örümcek tarafından öldürülürdü. Çünkü amaç oydu.
Ayakları çıplaktı. Henüz saat sabah 06.00’yı gösteriyordu. Pantolonunu giymişti ama üzerine giydiği gömleğinin düğmelerini daha iliklememişti. O ise hâlâ uyuyordu. Yüzünde öylesine masumca bir gülümseme vardı ki, dün gece beraber geçirdikleri aşk dolu saatlerden kalma olmalıydı. Bütün gece söylediği sözler, bir kadını baştan çıkarabilecek, ayaklarını yerden kesebilecek, kalbini titretebilecek ve hatta midesine bir kelebek kolonisini sürebilecek türden şeylerdi.
Bir ara ciddi ciddi düşündü. Yine dayanamayarak yatağın kenarına sinerek oturdu. Farkındaydı, gözleri kaçamak da olsa ona bakıyordu. Kıpkırmızı dudaklarına kilitleniyor, ardından uzun kirpiklerine, daha sonra da küçücük yüzüne dalıyordu.
“Yapacağım şeyi gerçekten hak ediyor mu?”

Dikleştirdiği göğsü bir anda fos diye söndü. Midesine giren krampla birlikte, dudakları titremeye başladı. Sonuç ne olursa olsun, acı bir gerçek vardı. Bütün bu yaşanan hengâme, onun içinde biriktirdiği intikam için yapılmıştı. Ve sonunda almak için dört takla attığı intikam oyunlarının sonuna gelmişti. Ya şimdi son darbeyi atacaktı, ya da şuracıkta fıs diye sönecekti.
İçindeki saftiriğe kanmamalıydı. Ne diye sürekli konuşup duruyordu ki? Sanki o değil miydi aylarca acı çeken? Şimdi de aklını karıştırmaya çabalıyordu, geri zekâlı!
Yutkundu. Gözlerini kısarak şöyle bir etrafına bakındı. Odanın içi darmadağınık haldeydi. Dün gece nasıl geldilerse, her yerde eşyaları vardı. Aslında yapılacak tek bir şey vardı. Tek sorun, sadece o darbeyi indirip indirmeme konusunda çelişkiler batağında debelenmesiydi.
Yenilmek mi üzereydi yoksa? Hayır! Yatağın kenarından usulca kalktı. Hızlıca gömleğinin düğmelerini ilikledi ve sonra pantolonun kemerini bağladı. Gömleğinin eteğini pantolonun içine sokarken, Beyza’nın çantasının nerede olduğuna bakındı. Yatağın diğer yanındaki berjerin üstünde duruyordu. Hemen çantanın yanına gitti. Beyza’nın cüzdanını çıkardı, içini açtı. Bir anlık Beyza’nın gülümser vaziyette yatan yüzüne göz ucuyla bakmaya başladı.

“Zavallı,” dedi içinden. “Zavallı kız. Benim gibi bir adamla birlikte olduğun için çok üzüleceksin ama yapacak bir şey yok. Senin kaderin de böyleymiş, ne yapalım!”
Cebinden küçük bir poşet çıkardı. Ağzı kilitli bir poşetti. Avucunun içinde tutup, kısa bir an poşete baktı. Poşetin içinde 5 gram eroin vardı. Çarçabuk o poşeti Beyza’nın cüzdanının bozuk para kısmına yerleştirdi. Fermuarını da çekti. Cüzdanı özenle çantanın içine koydu. Ayaklarının ucunda etrafta kendisiyle alâkalı bir şeylerin olup olmadığını kontrol etti. Ona ait ne varsa dikkatlice yok ediyordu. Sigara izmaritlerini topladı. Islak mendilleri aldı. İçki içtiği bardağını mutfakta deterjanla yıkadı. Dokunduğu her yeri sildi. Üstünü başını aldı. Montunu giydi. Her şey tamamdı. Kendisinden geriye artık bir kıl bile kalmamıştı. Mutfaktaki çöp poşetinin içine doldurduğu artıkları koltuğunun altına sıkıştırdı.
Çoraplarını giyerken ayaklarının portmantonun üzerine koydu. Ayakkabılarını eline aldı, sessizce dış kapıyı açtı. Elleriyle ses çıkarmamak için çaba sarf ediyordu. Ayakkabılarını paspasın üstüne yavaşça yerleştirdi. Son kez Beyza’ya bakmak için geri döndü. Hâlâ uyuyordu.
Yatak odasının kapısında durdu. O an, zaman durmuş gibiydi. Bakışları ona yoğunlaştı, gözlerinin önünden dün gece yaşadıkları geçiyordu. Son kez içine odanın kokusunu çekti, bu sefer nedensizce içi burkularak gülümsedi. Normalde bu gülümseme hainlik içerirdi. Ama şimdiki öyle değildi. Ne olursa olsun her şey devam etmek zorundaydı. Hızla dış kapıya yöneldi. Ayakkabılarını giydi, tam kapıyı çekiyordu ki içeriden bir ses duydu.
“Sevgilim, neredesin?”

Bir anlık, ufak bir duraksama yaşadı. Bu Beyza’nın uykulu sesiydi. Uyanmıştı, hemen buradan uzaklaşmalıydı. Ses duyulmasın diye eliyle kapıyı tuttu. Yavaşça kapıyı kapattı ve usul usul, hiçbir şey olmamış gibi merdivenleri inmeye başladı.
Apartmanın kapısından çıkarken, bu sefer koşar adımlarla yürüyordu. Hemen karşı kaldırıma yöneldi. Beyza’nın evinin olduğu sokak sessiz sakin bir yerdi. Her yer ağaçlarla çevriliydi. Okan’ın sol yanında çocuk parkı vardı. Kafası önünde yürürken parka gözü ilişti, parkta güvercinlerden başka kimsecikler yoktu. Adımları gittikçe hızlanıyordu, içgüdüsel olarak kafasını çevirip arkasına baktı. Birden gözünü yukarıya çevirdi. Beyza’nın oturduğu apartman katına bakıyordu. Henüz camda belirmemişti. Soluğunu arabasını park ettiği ara sokakta aldı. Arabasını görür görmez, adımlarını kocaman kocaman atmaya başladı. Nihayet arabasının kilidini açtı, kapısına elini götürdü ve tek bacağını içeriye soktu.

Çok ilginç bir duyguya kapılmaya başlamıştı. İnce ama çok derin bir duyguydu. Vazgeçti, diğer bacağını da arabanın içine soktu. Kapıyı hızlıca çarptı. Kontağı çalıştırmadan evvel, birini araması gerekiyordu. Çünkü dünden beri ondan haber bekleyen biri vardı. Kesin ondan şüphelenmiştir de! Elini montunun cebine attı, çıkardığında cep telefonu parmaklarının arasındaydı. Şifresini girip, arayacağı kişiyi buldu. Ön cam hafiften buğulanıyordu. O kadar derin ve hızlı nefesler alıp veriyordu ki, camın buharının üzerine “imdat” yazsa gören olur muydu ki?

Planının üçüncü ve en can alıcı kısmına geldi. Telefon edecek, narkotik şubeden ekipler gelecek, Beyza’nın evine baskın düzenlenecek, bütün komşuları başına üşüşecek, sonra o hengâmede evi didik didik aranacaktı. Polisler cüzdanındaki eroini bulunacak ve en sonunda Beyza, Okan’ın planladığı sona doğru, ellerinde kelepçelerle yürüyüp gidecekti. Evet, aynen böyle olacaktı. Telefonun ekranına baktı.
“Son kararın mı?” dedi içindeki ses.
“Evet, son kararım,” dedi Okan.
“Peki ya ben?” dedi içindeki ses.
“Sen mi? Ben senin yüzünden yapıyorum bütün bunları,” dedi Okan sinirle.
“Hayır, sen beni bir an bile dinlemedin. Beyza’nın suçu yok ki. Bütün suç senin,” dedi içindeki ses.
“Sen ne diyorsun ya! Ne saçmalıyorsun? Beyza bunları hak etti. Bunları o canımı yakmadan önce söyleyecektin. Sanki 1 sene önce geceleri ağlayıp zırlayan sen değildin?” dedi Okan haklı olarak.
Telefonun ekranı otomatik olarak kapandı. Hiç fark etmemişti. Deli gibi kendi kendine konuşup duruyordu. Birden eli arabanın kapısına gitmeye başladı.
İçindeki ses yine beynini kemirmeye başladı.
“1 sene önce yaşadığım acıları en derinime kadar yaşadım, hâlâ o yara kapanmadı. Yaramı kapatmak için, bana bu kadar yakın olduğu zamanı mı kolladın? Bak, işte istediğin gibi her şeyi başardın. Daha ne istiyorsun?”
Okan, otomobilin kapısını bilinçsizce açmaya başlamıştı. Kapı azıcık aralandı. Ne yapıyordu böyle? Kurduğu bu tuzaklı yol onun eseri değil miydi zaten. Beyza en yakın dostunu severken, o Beyza’ya âşık olmamış mıydı? Onun dikkatini çekebilmek için bir bordo bereli asker gibi aklını da gönlünü de kazanmak için savaş vermemiş miydi? En sonunda onları da ayırmayı başarmıştı üstelik. He, şimdi o günlerde yaşadığı acıların sorumlusu olarak Beyza’yı görüyordu, o ayrı. Gerçi Kemal için uyguladığı o acımasız plan da haksız değildi, en azından Okan böyle düşünüyordu.
Asıl şimdi vicdanının sesini duyuyordu. Kapıyı iyice açtı. Dışarıya bir adım attı. Öylesine bir duvara çarpmıştı ki, artık geri dönüşü olur muydu kendisi de bilmiyordu. Kapıyı kilitleyerek koşmaya başladı. Ciğerleri patlayacak gibi olmuştu ama o durmuyordu.
“Hamarat Apartmanı” nın önüne geldiğinde, elinde sıkıca tuttuğu telefonu acı acı çalmaya başladı. Arayan O’ydu, yani amiri. Telefon ısrarla çalarken, o apartmanın kapısına dayanmıştı. Kapının camından yansıyan yüzüne baktı. Allak bullak görünüyordu. Telefonu çalıyor, o hâlâ vicdanının onu sürüklediği dibe doğru gidiyordu. Artık telefonu açmak zorundaydı. Eli istemsizce “Evet” e dokundu.
“Buyurun amirim”
“Okan, neredesin oğlum sen? Senden haber bekliyoruz burada. Bizi telefonun başına diktin. Baskına başlıyoruz değil mi?” dedi.
Okan’ın alnından süzülen soğuk terler, kalbinin neredeyse durmak üzere oluşu, vücudunun parkinsonlu bir hasta gibi titremesi, amirine yalan söyleyeceğinin işaretiydi.
“Şey, amirim… Şu anda baskın yapabileceğiniz bir durumda değil. Ben…”
“Lan oğlum delirdin mi sen? Ne demek baskın yapılacak durum yok! Dalga mı geçiyorsun lan sen benimle?”
“Hayır, amirim ne dalga geçmesi. Ben…”
“Ne ben ben ben… Sen ne!”
Okan artık bir karar vermeliydi. Ya buradan silinecekti, ya da oradan. Ya kalbinin sesini hissedecekti, ya da aklının. Aklı ona diyordu ki, “Bırak Beyza cezasını çeksin. Sonuçta onun yeri cezaevi. Kemal’le birlikte yaptıkları âlemler yüzünden az mı canın yandı. Sen ipini çekmesen zaten bir gün kendi ipini kendi çekecek. Ya şimdi, ya da hiç!”
Kalbi ise çok farklı frekanstan konuşuyordu. “Beyza suçlu değil Okan. Onu bu bataklığa Kemal itti. Kız ondan kurtulmak için çok çabaladı. Üstelik Kemal’in polis olduğunu bile bilmiyordu. Sen de biliyorsun, her şey senin gözünün önünde oldu. Sonuçta seninle birlikteyken hiç kötü bir alışkanlığı oldu mu? Hayır! Kemal cezaevinde yatıyor, hem de senin sayende. Narkotik polisinin eroin pazarlamacısı olduğunu ortaya çıkardın. En azından 20 yıl orada yatacak. Başka kimseyi de zehirleyemeyecek, buna Beyza da dâhil. Beyza ondan kurtulduğu günden beri doğru düzgün bir hayat sürüyor. Şimdi değil Okan, şimdi değil.”
“Amirim, ben poşeti dün gece kulübünde düşürmüşüm. Sabah uyandım, ceplerime baktım ama bulamadım. O panikle uyanır uyanmaz evden çıktım. Dün gece eğlendiğimiz mekâna gidip poşeti alacağım. Bugün operasyon iptal, kusura bakmayın,” dedi.
Amir şoka girmişti. Telefonun diğer ucundan ses seda gelmiyordu. Şimdiye dek Okan’ın böylesine aptalca bir vukuatı hiç olmamıştı. Okan gibi tecrübeli bir baş komiser böylesine çocukça bir hata yapabilir miydi?
“Alo, amirim? Duydunuz mu beni?”
“Yeme lan beni, sen kimi kandırıyorsun sersem! Neyin peşindesin Okan? Sen değil miydin bu kızı kodese tıkalım amirim, çeksin cezasını zilli diyen, ha? Şimdi ne yalanlar sıkıyorsun bana? Bana bak, evin tam karşısındaki durağın yanındayız. Siyah minibüste seni bekliyorum, çabuk buraya gel. Alacağım façanı aşağıya, hadi çabuk!”

Telefon çat diye Okan’ın yüzüne kapandı. Nasıl fark edememişti minibüsü, kendisine hayret etti. Okan boğazında biriken tükürüğü sessizce yuttu. Tükürük yavaş yavaş yutağından geçerken, sakince arkasını döndü. Evet, siyah minibüs tam da amirinin söylediği noktada bekliyordu. Yapacak bir şey yoktu, ya oraya gidecekti ya da amir söylediklerinin yalan olduğunu çakıp, bir anda Beyza’nın evine polisleri dolduracaktı. Ağır adımlarla minibüse doğru yürümeye başladı. Kapının önünden ayrılırken, elini pantolonun cebine koydu. Kendinden emin görünmek zorundaydı. Ustalığını ve hünerini gösterebilmek için, hemen hızlı bir modda haleti ruhiyesini değiştirmeye başladı. Karşı kaldırıma vardığında, sokağın üst kısmındaki ve köşesindeki polis ekiplerini fark etti. Bu kadar da kör olamazdı. Az önce çıktığında niye görememişti ki onları? Amir, emniyetteki en başarılı polisleri buraya yığmıştı. Karşı kaldırımda durup onlara doğru baktı. Köşede bekleyen ekip otosunda devresi Engin’i gördü. Elinde telsiziyle Okan’a sorgulayan bir gözle bakıyordu.
Okan onu umursamadı. Adımlarını sıklaştırarak amirin olduğu siyah minibüse doğru yürüdü. Minibüsün yanına geldiğinde birden sürgülü kapı açılmaya başladı. Tam ayağını atıp içeriye girecekti ki, birisinin ona bağırdığını duydu.
“Okaaan…”
İçinden, “Bu ses?” demişti ki, amiri hemen atladı.
“Bu senin zilli değil mi?”
Okan kalbinin yerinden çıkacağını hissetti. Çabucak arkasını döndü. Apartmanın kapısında durmuş Okan’a bakıyordu. Üzerinde siyah bir kot pantolon ve Okan’ın çizgili gömleği vardı. Dışarısı soğuk olduğu için, ellerini göğsünün üzerinde birleştirmişti. Saçlarını gelişi güzel tepesinde toparlamıştı. O kadar güzel görünüyordu ki, içi acıyarak ona bakakaldı. Göz göze geldiler. Beyza, Okan’ın ona baktığını fark edince, eliyle “Gel” işareti yaptı.
Okan ne yapacağını bilemiyordu. Amiri koltuktan onu izliyordu. Kapı tamamen açılmamıştı, yarım bırakılarak duraklatılmıştı. Amir Okan’ın bütün mimiklerini kontrol altına aldı. Okan da bunun farkındaydı. Amirine döndü, “Ne yapayım?” diye sordu soğukkanlılıkla.
Okan’ın gözlerinin içi bir yılan kadar soğuk görünüyordu. Yüzünde hiçbir mimik belirtisi yoktu. Elleri ve kolları kontrolü altındaydı. En azından içinde kopan fırtınaları amirine belli edecek, hiçbir yamuğu olmadı. Çok kontrollüydü, amirinin onu göz hapsine aldığını ve yapacağı her hangi bir harekette onu alaşağı edebileceklerini biliyordu. Amirinin keskin gözlerine baktı. Minibüsün içindeki iki keskin göz, ona “Hadi git ve devam et…” dedi.
Amirinin el hareketi, hiç çaktırma ve işi bitir demek anlamına geliyordu. Okan da itaat edercesine başını salladı ve geri döndü. Sokakta konuşlanmış ekip otolarına bakarak Beyza’ya doğru yürümeye başladı. Ekip otolarındaki komiserlerin aynı anda telsizlerini ellerine alıp, ağız hizasına getirmeleri bir oldu. Bu da şu anlama geliyordu; Bugünkü operasyon iptal oldu. Okan içinden kocaman bir oh çekebilirdi.
Beyza’ya yaklaştıkça, yüzünde beliren kocaman gülümsemeye odaklandı. Okan yaklaştıkça, o da kollarını ona dolamak için iyice açıyordu. Kaldırım taşının üzerinden bir çırpıda atlayarak, kendini Beyza’nın kollarına bıraktı. Ona öyle sarıldı ki, nasıl unuttuğunu anlayamadığı çizgili gömleğinin içine hiçbir şey giymediğini fark etti. Soğuktan dikleşmiş göğüs uçlarını hissediyordu. Beyza yanağını Okan’ın yanağına dayadı. Sanki onu kokluyor gibiydi. Okan’ın kafasından sesler yükselmeye başladı.
“O gömleği 2 gün önce dolapta bırakmıştın. Almayı nasıl unutursun?”
Birden Beyza onun elinden tutup, apartmanın içine çekti. Kapıyı da kapattı. Gözlerine bakarken, göz bebeklerinin büyüdüğü çok rahatlıkla görünebiliyordu. Aşkla ve şehvetle bakıyordu. Okan dayanamadı, tekrar Beyza’ya sarıldı. Az önce yaşadığı kâbus dolu dakikaları unutmak istiyordu. Tam da bu esnada, “Operasyon çöpe gitti değil mi?” diye bir soru geldi.
Okan’ın kalbi zembereği fırlamış saat gibiydi. Sanki on bin fit yukarıdan aşağı çakıldı. Beyza’nın omuzlarından tutup gözlerine baktı. Bu kız ne diyordu böyle? Gözlerinin içindeki çocuksu korkuyu görebiliyordu. Kıpkırmızı dolgun dudakları aşağıya sarktı. Upuzun kirpikleri, Okan’ın vereceği cevaba hazırlanır gibi gözyaşlarını tutuyordu. Bir kelime söylese, karşısındaki kız tir tir titreyen vücudunu soğuk karo taşlarına bırakıverecekti. Okan’ın beyninden aşağıya kaynar sular dökülüyordu.
Beyza onun polis olduğunu nereden biliyordu ki? Ya da operasyonu? Okan, yine usta olduğu yalancılığını konuşturmalıydı. Bütün emniyette, söz ve mimiklerini çok iyi kullanmasıyla ünlüydü. Yalancıları çok iyi tanırdı ama kendisi de inanılmaz yalan söyleyebilirdi. Fakat bu kez, her nedense vücuduna hâkim olmakta zorlanıyordu!
“Ne?” diyebildi sadece. Beyza’ya söylenebilecek en iyi zaman kazanma kelimesi değildi elbette.
Beyza titreyen dudaklarına hâkim olmaya çabalayarak, “Senin polis olduğunu biliyorum,” dedi.
Okan onu ters köşeye yatırmalıydı. Çünkü şu anda kendisi ters köşeye yatmıştı. O heyecanla aklına ilk gelen şeyi yapacaktı. En iyi yöntem kışkırtma yöntemi olabilirdi. “Nasıl yani, benim polis olduğumu mu düşünüyorsun?” diyerek tiz bir kahkaha patlattı. Bir iki adım geriye gitti ve ellerini beline koydu. Bu bir meydan okuma şekliydi. Kaşlarını alabildiğine çatarak, sorgulanan kişiyken sorgulayan kişi konumuna yükselmenin derdindeydi. Karşısında şaşkınlıkla onu izleyen Beyza’nın ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordu. Eğer onu anlayabilirse, işi biraz daha kolay olabilirdi. Bu sırada adrenalini yükselmeye başlıyordu. Anladığı kadarıyla Beyza’nın kafası karışmış gibi görünüyordu. Evet, şimdi ikinci aşamaya geçebilirdi.
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun küçük kız?” dedi hesap sorar gibi.
Beyza ise onu garip garip izledikten sonra, eline yapıştı ve asansöre bindirdi. Okan neye uğradığını şaşırdı. Ellerini yine göğsünde birleştiren Beyza, suratına sanki hiç onu tanımıyormuş gibi bakıyordu. Çok geçmeden dairesinin olduğu 3. Kata geldiler. Beyza kapıyı açtı ve Okan’ın eline yapışarak onu evine soktu. Elini bırakmadan birlikte yatak odasına doğru yürümeye başladılar. Okan neyle karşılaşacağını düşünüyordu. Ya bu deli kız yine sevişmek istiyordu, ya da…
Yatak odasına girdiklerinde birden Beyza durdu ve Okan’ın elini bıraktı. Uzun dalgalı saçlarındaki tokayı çıkardı. Saçlarını savurarak odanın tam ortasına geçti. Okan hâlâ kapının eşiğinden biraz içeride duruyordu. Sanki neyle karşılaşacağından korkar gibi bir hale büründü. Karşılıklı durmuş birbirlerine bakıyorlardı. Okan bu duruma daha fazla dayanamadı.
“Beyza, sen iyi misin? Ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum,” dedi.
Beyza tükenmiş gibi bir yüz ifadesiyle, elini çantasına attı. İçinden cüzdanını çıkardı. Bir iki adım atarak Okan’ın önünde dimdik durdu. Sonra Okan’ın gözlerinin içine bakarak, bozuk para gözünü açtı. Okan artık neyle karşılaşacağını çok iyi anlamıştı. Yutkunmamak için kendisiyle mücadele veriyordu. Ya vücudunun titremesine nasıl engel olacaktı? İşte o an… Beyza bozuk para gözünden küçük kilitli poşeti çıkardı. İki parmağının arasına alıp, Okan’ın burnunun dibine sokarak sallamaya başladı.
“Bu poşeti neden buraya koyduğunu biliyorum,” dedi.
Okan, gözlerini kaçırmadan ona bakıyordu. Karşılıklı birbirlerini izliyorlar, bir saniyelik mimik hareketini bile kaçırmak istemiyorlardı. Okan’ın aklı yine konuşmaya başladı.
“Sen bu kızı fazla hafife almışsın oğlum. Baksana, her boku biliyor bu!”
Tek kelime etmedi. Ellerini ceplerine koydu ve başıyla Beyza’ya “konuş konuş” işareti yaptı. İçinin yerle bir olmuş halini anlamasın diye de yüzüne Beyza’yı umursamıyormuş gibi alaycı bir gülümseme yerleştirdi. Beyza hâlâ onun gözlerine bakıyordu. Sonunda dayanamadı.
“Ne oldu, konuşamıyorsun değil mi? Çünkü aşağıdaki amirinin karşısında da aynı duruma düşmüştün.”
Bu kez Okan iyice yerin dibine girdiğini anladı. Nasıl olabilirdi ki bu? Beyza’nın bunları bilmesine olanak yoktu. Hatta imkânsızdı. Son dakikaya kadar kendisini ele de veremezdi. O yüzden, ne kadar zor durumda olursa olsun her şeyi inkâr etmek zorundaydı.
“Beyza… Sen ne dediğinin farkında bile değilsin. O elindeki şeyi…” Okan daha cümlesini bitirememişken Beyza boğazını yırtarcasına bağırmaya başladı.
“Kes! Kes artık tamam mı? Ben belki 21 yaşında, sana göre saftirik bir kız olabilirim ama senin bana oynadığın oyunları göremeyecek kadar da kör değilim! Şimdi defol git evimden. Bir daha da karşıma çıkayım deme!”
Okan şok geçiriyordu. Elleri çoktan ceplerinden çıkmış, kendini korumaya almıştı bile. İçgüdüsel olarak Beyza’yı durdurmaya, onunla ufak da olsa bir temas kurmaya çalışıyordu. Şimdi içindeki sesten gık çıkmıyordu, çünkü kalbi asıl şimdi yanıyordu. Üstündeki tortular, yavaş yavaş dibine çökmeye başladı. Gözleri ağırlaştı, ağırlaştı. Etraf kararmaya başladı. Aklındaki sesin son sözlerini duydu, “Bu şekilde olmamalıydı, ben böyle olsun istemedim…”
Aradan 4 saat geçti. Okan gözlerini açtığında mint yeşilli koltuğun üzerinde boylu boyunca uzanıyordu. İyice doğruldu, kendini bitkin hissediyordu. Burası Beyza’nın eviydi. Ama o neredeydi?
Hemen ayağa kalktı, çabucak yatak odasına girdi. Orada yoktu. Mutfağa doğru giderken ortalığa seslendi, “Beyza, Beyza neredesin?”
Arkasındaki ayak seslerini duydu, bir anlık refleksle arkasını döndü. Beyza, tam da karşısında duruyordu. Üstünü başını giymiş, saçını özenle fönlemiş, makyajını yapmış kendine gelmiş görünüyordu. Okan’ı delirten parfümünü de sıkmıştı. Küçücük, beyaz yüzünün masumluğu daha da belirginleşmişti. Birbirlerinin yüzüne uzun uzun baktılar. Beyza şu ana kadar hiç görmediği bir ifadeyle Okan’a bakıyordu. Hissiz, donuk, katı, hayal kırıklığına uğramış ve nefret edercesine. Okan’ın içindeki ses yine konuşmaya başladı.
“Sen bu kızı kaybettin Okan! Kaybettin… Bas git oğlum bu evden.”
Hayatında ilk defa böyle bir duyguya yeniliyordu. Oysa duygu denilen şeyleri hep kendisi kontrol etmişti. Hiçbir zaman duygularının kölesi olmamıştı. Bu yaşadığı şeylerin Allah’ın ona verdiği büyük bir ceza olduğunu düşündü. Allah, bu zamana kadar kalbini kırıp gittiği insanların intikamını alıyordu. Gözlerinin dolmasına engel olamadı. 30 yaşına kadar hiç böylesine delice sevdaya tutulmamıştı. Kalbi öylesine katıydı ki, şimdiye kadar hiçbir kadına Beyza’ya hissettiği gibi bir şey hissetmedi. Ama gururuna yenildi. Kendine yenildi. Hiçbir şeyden emin olamamasına, güvenememesine, şüphelerine ve kıskançlıklarına yenildi. Aslında Beyza’yı değil, kendini pusuya düşürdü. Kendi kalbine kurşun sıktı. Artık onun gözlerine bakmamalıydı, bakamazdı da. Sadece ona bir tek soru sormak istedi.
“Nerden biliyorsun bunları?”
Beyza o kadar kendinden emin duruyordu ki, ava giderken avlanan Okan’ın kendini nasıl bir hale soktuğunun farkındaydı. Canını bastıra bastıra, kanata kanata yakmak isteyen Okan’ın içini görebiliyordu. Ondan kurtulmak için, sırf gözü Beyza’yı bir daha görmesin diye göndermek istediği cezaevini de biliyordu. Kendisini usta bir poker oyuncusu zanneden Okan’ın, mimiksiz, hissiz, duygusuz, numaracı, canının istediği bütün kadınları, yakışıklılığını kullanarak, usta yalanlarıyla yatağa atmayı başarabilen şu zavallı adamın, her gece kendisi için içtiğini ve zırıl zırıl ağladığını da biliyordu. Kemal denilen hokkabazı kendisinden uzaklaştırmak için ne oyunlar oynadığını, onu ceza evine tıktırmak için Beyza’yı kullandıklarını da biliyordu. Kemal ceza evine girmişti ama sırf Beyza’dan intikam alabilmek için, onu da içeri tıkmanın peşindeydi. Bahanesi de belliydi, Kemal’in sattığı eroinden iki kere kullanmış olması ve onunla ilişki yaşadığını düşünmesi. Neyse ki, Kemal’in ona yazdığı mektupla ceza evine ziyarete gitmiş ve her şeyi ondan öğrenmişti. Kemal, ilk önce kendisinin narkotik polisi olduğunu itiraf etmişti. Sonra Okan’ın da polis olduğunu, Beyza’yı deli gibi sevdiğini, ikisini hastalık derecesinde kıskandığını, aralarında bir ilişki olduğuna inandığını, gözünü kör eden intikam hırsıyla her türlü belayı başına açabileceğini söylemişti. Yani kısacası Beyza her şeyi biliyordu. O günden beri de Okan'ın her hareketini izliyordu.
Okan'ın en büyük yanılgısı, gözünü kör eden aşkı ve intikam duyguları olmuştu. Beyza'nın her şeyi bildiğini ve onu izlediğini anlayamamıştı.
Derin bir nefes çekti ve yavaşça dışarı verdi. Mutfak kapısının önünde ayakta durmaya çalışan adama baktı. Gözünü kırpmadan saatlerce ona bakan adam, suçluluğunu kabul edercesine yüzüne bile bakamıyordu. Galiba bugün gerçek anlamda bir kadın olmuştu. Ona bu duyguyu Okan yaşatmıştı. Kalbini paramparça etmek için yeminler eden adama bağırmak istiyordu, avazı çıktığı kadar bağırmak. Ama yapamadı. Sesi titreyerek ona cevap verdi.
“Bundan sonra karşındakini aptal yerine koymadan önce, arkanda bıraktığın izleri iyi temizle. Bu da sana ders olsun. Bir daha ki sefere canını acıtmak isteyeceğin birini bulursan, benim kadar sevenini bulma, tamam mı?”
Okan, çocuk gibi kalakalmıştı. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemiyordu. Ağır ağır bakışlarını ona çevirdi. Utangaç, mahcup ve pişmanlık dolu bir ifadeyle son kez Beyza’ya baktı. Gözlerinin içine kan oturmuştu. Usul usul gözlerinden gözyaşları damlıyordu. Okan bir iki adım attı, Beyza'nın gözlerinden süzülen yaşları silmeye yeltendi. Ama Beyza geri adım atarak, eliyle ona durması için işaret yaptı.
"Dur, bana dokunmanı istemiyorum. Bırak tamam mı, beni bırak. Vazgeç artık. Çünkü ben öyle yaptım.”
Okan nefessiz kaldı. Hareket edemiyordu. Çınlamaya benzer sesler duyuyordu. Birden yer ayağının altından kaydı. Eliyle duvarı aradı, tutunmak zorundaydı. Çünkü ensesine yayılan ağır bir yük onu aşağı çekiyordu. Ağzının içinde pas gibi, demir gibi bir tat hissetti. Yavaş yavaş dizlerinin bağı çözüldü, ilk önce sol dizinin zemine çarptığını algılayabildi, sonra sol eliyle duvardan tutunma isteği… Uzaklardan, çok uzaklardan sesler geliyordu. Midesinin suyu yutak borusuna kadar çıktı. Kusmak istedi ama artık çok geçti. Sesler artık çok yakından gelmeye başladı.
“Hayır, Okan… Beni bırakma! Yalvarıyorum sana, ne olur kendine gel. Seni çok seviyorum, beni bırakma Okaaannnn…”

90'ların en çok izlediğim yabancı dizileri

İlkokula giderken TRT’de yayınlanan diziler vardı. Okuldan eve gelir gelmez hemen derslerimi yapar dizilerin başlamasını dört gözle bekler...