7 Ocak 2020 Salı

Sekiz Hikâye Yazma Tüyosu


Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Amerikan edebiyatına damgasını vuran Kurt Vonnegut’un kısa öykü hakkındaki tezi, vakti zamanında Chicago Üniversitesi tarafından kabul edilmemişti. Zaman, üniversitenin yanıldığını gösterdi. İşte Kurt Vonnegut’un verdiği derslerde önerdiği sekiz hikâye tüyosu:

Kurt Vonnegut - Yazar


1-Tamamen yabancı birinin zamanını öyle bir kullanın ki onda zamanın boşa aktığı duygusu uyanmasın.

2-Okuyucuya onu coşturacak en bir tane karakter verin.

3-Her karakter, bir bardak su bile olsa bir şey istemeli.

4-Her cümle şu ikisinden birini yapmalı; karakteri açığa çıkarmak ya da eylemi geliştirerek ilerletmek.

5-Sona olabildiğince yakın başlayın.

6-Sadist olun. Başlıca karakterleriniz ne kadar masum olsa da onların başına korkunç şeylerin gelmesini sağlayın. Böylece okuyucu onların neden yapıldığını görebilir.

7-Lütfen bir tek kişiye yazın. Eğer pencereyi açıp dünyaya ilan-ı aşk ederseniz, doğrusunu söylemek gerekirse, öykünüz zatürre olur.

8-Okuyucularınıza olabilecek en kısa sürede en çok bilgiyi verin. Belirsizliğe girmeyin. Okuyucu neyin nerede ve neden döndüğünü tam olarak bilmeli. Böylece son birkaç sayfasını hamam böceklerinin yediği bir öyküyü kendileri tamamlayabilirler.

3 Ocak 2020 Cuma

Başlangıç / Dan Brown

Dan Brown'un yeni kitabı çıktığında belki de ilk alanlardan biri de bendim. Aşağıda yazdığım metni Milliyet gazetesinin blog sayfasında yayınlamak istedim ama yayın politikalarına uymadığı gerekçesiyle reddedildi. Ben de yeni oluşturduğum blog sayfamda yayınlamak istedim. Biraz geç oldu ama olsun, bence hiçbir şey için geç değildir.

Kitabın ismi "Başlangıç." Kitap daha çıkmadan önce söylentileri gelmeye başlamıştı. Dan Brown okuyanlar az çok onun kitaplarını bilir ve takip ederler. Ben de 2 kitabını daha önce okumuştum. Edebiyat sever arkadaşlarımın ve sosyal medyanın duyurularıyla Başlangıç kitabını merak ettim, aldım okudum.
Dan Brwon / Başlangıç

Kitabın konusu; aslında son zamanlarda oldukça fazla malzeme ortaya çıkaran, bir çok yazarın yazmaktan hoşlandığı, yüz yıllardır tartışıla gelmiş, bir çok ölüme, işkenceye sebep olmuş bir konu. "Tanrı var mıdır, yok mudur?" Konu bu ve konuyu kendi çerçevesinde sağlamlaştırabilmek ve kitabı okutabilmek için diğer unsurlar da unutulmamış. Örneğin, yapay zekâ. Yapay zekânın yanı sıra kitaba ilgi çekmek ve okuyucuyu sürüklemek için bazı sorular eklenmiş. Mesela; "Nereden geldik? "Nereye gidiyoruz?"

İnsanlar bu soruları hep sormuştur. Bu sorulara bilim ayrı cevaplar verdi, dinler ayrı cevaplar verdi. Binlerce yıldır da bilim ve din arasındaki en büyük çekişme bu konular arasındadır. Bilimin ve dinlerin arasının bu kadar bozuk olmasının en büyük sebebi de bu iki sorudur. Çünkü bilim insanları konuyu açıklarken deneyler sonucunda ortaya çıkan verilerle cevap veriyor, dinler ise "vahiy" denilen Allah tarafından peygamberlere indirilen yazılara dayanarak cevap veriyor. 

Bilim Darwin'in Evrim Teorisini desteklerken, dinler ise insanların çamurdan yaratıldığını, ilk önce Adem ve Havva'nın olduğunu sonra da ensest ilişkilerden çocuklar meydana geldiğini anlatıyor. Sizce hangisi doğru? Bilimin söylediği mi, dinlerin yazdığı ve anlattığı mı?

İşte bu kitapta kafası karışık insanları ikna edebilmek için bir dizi bilimsel veriler açıklanıyor. Kitapta ikinci kahraman Edmond Krish bir bilim adamı. Yapay zekayla çalışan bir bilgisayar icat ediyor. İnsanların ve diğer canlıların Tanrı olmadan, kendiliğinden ortaya çıktığını bir deney yaparak "kendince" ispat ediyor. Bu deneyle, Tanrının olmadığını, organizmaların evren tarafından, kaotik bir düzensizliğin, bir anda düzene girmek istemesiyle ortaya çıktığını iddia ediyor. Bu cümlede geçen kelimelere dikkat buyurunuz, ne dedim tekrar yazayım, "KAOTİK BİR DÜZENSİZLİĞİN BİR ANDA DÜZENE GİRMEK İSTEMESİ"

Bu cümleden ne anladınız bilmiyorum ama benim anlatmak istediğim şey basit. Evren aslında kaos teorisini göre düzensiz bir sistemle çalışıyor ama bu düzensizliğin içinde bile bir düzen var. Çünkü düzene girmek için bir irade ortaya koyuyor. Yani yağmur yağarken aslında gökyüzündeki bir çok fiziksel, biyolojik, kimyasal ve nice karmaşık oluşum bir araya geliyor ve bu düzensizlikten yağmur ortaya çıkıyor gibi.

Kitapta Edmond Krish adlı bilim adamının yaptığı deneyden sonra artık dünyada hiçbir dinin kalmayacağını, inanç sistemlerinin yok olacağını, vahiy denilen şeyin uydurma şeyler olduğunu göreceğimizi söylüyor.

Kısacası, kitabın içindeki kaçma, kurtulma, katiller, cesetler vesaireleri çıkardığımızda elle tutulur tek ana fikri, kitabı ayakta tutan direkler bunlar oluyor. Kitabı yeni okuyacaklar için fazla açıklama yapmak istemiyorum. Heyecanı kalsın ama benim bu kitapla anlatmak istediğim şey çok farklı. Zira kitap okuyup bitirenlerde şöyle bir duygu bırakacak; "Bu muydu yani?"

Neden böyle bir soru sordum peki? Açıklayayım; Öncelikle Dan Brown, kitaplarında sürekli din öğelerini kullanan bir yazar. Zaten onu dünyaya tanıtan şey de, dinlerle ilgili ortaya attığı sansasyonel bilgiler. Da Vinci Şifre'sinin etkileri hâlâ üzerimizde. Vatikan'a bakış açımız 180 derece değişti. Hristiyanlık, gözümüzde çok farklı bir noktaya oturmuş durumda. Bu kadar etkili bir din yazarı, tabii ki yeni kitabında da aynı öğelerle hareket ediyor. Ben de, "Yine aynı konu yine aynı simgeler, dinlere olan öfkeli bir karakter," etkisi yarattı. Bu birinci husus.

İkinci husus, bir çok yazarın madeni haline gelen yeni teknolojik buluşlar. Son yıllarda inanılmaz derecede atılım yapan teknoloji yazarların da hayal dünyalarında çok farklı ufuklar açmaya başladı. Örneğin yapay zekayla ilgili son zamanlarda yüzlerce kitap çıktı. Çok enteresan bir şekilde işlendikçe yeni cevherler çıkaran maden haline dönüştü. İnsanlar da çok tuhaf bir şekilde teknolojik kurguları çok beğeniyor ve takip ediyor. Dan Brown bu kitabında yapay zekayı kullanmış, her zamanki gibi hiç şaşırtmıyor. Romanın kurgusunda bu var ama farklı bir atak bekliyorsunuz okurken ama maalesef o atağı göremedim ben. Bu konuda beni çok şaşırttı açıkçası.

Üçüncüsü, kitabın sonunda yine ikilemli bir durum bırakarak "acaba mı?" diye havada bırakmış. Yani Adem ve Havvacılar da kazanabilir, Tanrı yoktur diyen de kazanabilir. Ne şiş yansın, ne kebap deyip kendi hikayesini öylece ortada bırakıyor. 
Bu üç sebepten ben biraz hayal kırıklığına uğradım açıkçası. Fakat, şöyle etkili bir durumu var Dan Brown'un, sorduğu soruları açık açık, hiç kıvırmadan soruyor. Tanrı yok diyen bir karakter icat ediyor, bu karakter ortaya tezler atıyor ve tezleri de gayet inandırıcı bir şekilde işliyor. Okuyucunun aklına  büyük bir çengel atıyor. Bu konuda çok başarılı, çünkü işi bu.

Yeni Dünya Düzeni denilen bir sistemin edebiyatçısı diyebilirim. Dan Brown, dönmekte olan sistemin çarklarında su taşıyan bir dişli sadece. Yazdığı kitapların en büyük amacı da bu aslında.

The Economist dergisinin 2017 Ocak ayı sayısının kapağını görenler bilir. Dergi kapağında sekiz tane tarot kartı vardı. Yeni Dünya Düzeni paranoyasıyla hareket eden derginin sahipleri, bu sene dünyada olacakları ve ondan sonra olacaklar için tarot kartı açtırmış gibi bize sunuyorlardı. O kartlardan birinde "THE WORD" yani dünya yazıyor. Bu kartın üzerinde çok enteresan bir çizim var. Bir güneş, etrafında ışınları, üç tane tapınak, o tapınakların üzerinde bir tablo, bir kapalı kitap, bir açık kitap ve tiyatroda kullanılan gülen yüz ağlayan yüz maskı. Bu kartı yorumcular şöyle açıklıyor;

The Economist kapağı


"Resimde yer alan figürler; inançlar, dinler veya kültürler arası bir mücadelenin olacağı hususunda bir mesaj bulunduğu algısını oluşturuyor. Zira resimde bir piramit ve eski Grek tarzı iki tane tapınak benzeri yapı var. Ortadaki yapının arka tarafına doğru kubbemsi bir yapı daha var. Ancak bu mücadelenin “The Tower” kısmında belirtilen mücadele veya savaştan farklı olarak “metafizik boyutu” olan bir mücadele olduğunu düşünüyorum. Semavi dinler ile paganist öze sahip olan inançların, metafizik boyutta cereyan eden  mücadelesi resmedilmiş sanki."

Bu yorum Şahin Karaoğuz'a ait. Lütfen internetten açın, bu bahsettiğim The Economist dergisinin kapağını inceleyin. Orada bir açık kitap, bir de kapalı kitap var. Benim yorumum da şöyle, bu iki kitapla anlatılmak istenen şey, şu anda dünya üzerinde olan semavi dinlerin devrinin kapandığını, yeni bir din için yeni bir kitap yazıldığını anlatıyor. Yeni dinin yeni kitabını da bence Dan Brown yazıyor! Bu zamana kadar yazdıkları fragmandı, asıl kitap çok yakında gelir, bekleyin derim.

Bu yorumdan sonra gelelim meselenin en can alıcı noktasına. Yeni Dünya Düzeniyle şu anki dinler yok edilerek, yeni bir din oluşturmuş hatta yazmış olan bu insanlar, haklı mı? Gerçekten Tanrı yok mu? Gerçekten canlılar birden bire, fizik kuralları çerçevesinde mi oluştu? Bizler doğanın kendi içindeki kuralları dahilinde mi var olduk? Nedir bunun cevabı?
Ben bazı araştırmalar yaptım. Tabii ki bu soru yüzlerce yıldır tartışılan sorudur. Bir çok bilim insanı bu uğurda canını feda etmiştir. Öyle kolay bir cevabı yoktur ama biraz mantıktan bahsedelim. 

Hallac-ı Mansur (858-922) 9.asırda bu soruyu kafasına takan bir alimdi. Mutlak varlığın kişide vücut bulduğunu ve kişinin varlığının tanrının -mutlak varlığın- varlığı içinde yok olduğunu söyledi. Bu düşünce, o dönemde çok büyük ses getirdi. Allah'a küfür ettiğini söyleyerek, Hallac-ı Mansur işkencelerle katledilmiştir.

Farabi (870-950) O da 9.asır düşünürlerinden. Bakın o bu konuya nasıl bakıyor;
"Hiçbir şey kendiliğinden yok olmaz, böyle olsaydı, varlık olmazdı," diyor. (Yani, dinazorların bir anda yok olmasını izah eden bilim insanlarına burada bir cevap veriyor)

Gazzali (1058-1111) Ne diyor;

"Onun varlığı açıktır. İnsanın kendi varlığına dair hiç şüphe yoktur. İrade ediyorum, demek ki varım."

Burada şunu ifade ediyor, İRADE ETMEK! Hiçbir varlık, irade ortaya koymadan var olamaz. Bu açıktır. Bilim insanları, canlıları doğanın kendi kuralları içinde kendiliğinden ortaya çıktığını söylüyor. Peki, doğanın ve fiziğin KURALLARI, bu kuralları kim koyuyor? 

Bakınız, İbn Tufeyl (1106-1186) İnsanın merak, keşif, kavrama ve bilgelik evrelerinden sonra hakikate ulaşacağını, tanrının varlığını bu noktada kalben olduğu kadar, aklen de kanıtlayabileceğini ortaya koydu. Yani, bilim insanları ne kadar ileri teknolojilerle, deneylerle tanrının olmadığını ispat etmek için çırpınsalar da, varacakları tek nokta, yine Tanrının varlığıdır!
İbn Rüşd'ün fikirleri de bu konuya ışık tutuyor. İnsan bazı şeyleri sezgi yoluyla, bazı şeyleri kalbi olarak biliyor. Akli bilgiler, duyular ve deneyim yoluyla elde ediliyor ama bazı bilgiler vardı ki, doğuştan, demiştir. Burada açıktır, irade denilen şey durup dururken olacak bir şey değildir. Ortaya konulması gerekir. İlericidir, harekettir. 

Saydığım bütün bu nedenlerden dolayı, Başlangıç kitabındaki Edmond karakterinin savunduğu Tanrı yoktur fikri bana çok zorlama geldi. Daha mantıklı ve bilimsel, elle tutulur tezler sunulabilirdi ama yapılmamış. Dinlerle ilgili konulara girmek istemem çünkü oraya girildiğinde işin içinden kimse çıkamaz. Dünya üzerinde yüzlerce din inancı var. Hepsinin kuralları kaideleri farklı farklı. Mezhepler, tarikatlar, cemaatler derken iş sazan sarmalına dönüyor. Bu girdabın içine girip debelenmenin bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Konunun bu kadar basit olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü yüzlerce yıldır araştırılan bir şey bu kadar kolayca noktalanamaz. Sizler ne düşünüyorsunuz bu konuda, bir fikriniz var mı?


2 Ocak 2020 Perşembe

ATİYE

Atiye 
Beren Saat ve Mehmet Günsur’un başrol aldığı  “ATİYE”  dizisi 27 Aralık’tan itibaren Netflix’te yayına girdi. Dizinin çekime başladığını duyurduklarından beri merakla yayına girmesini bekledim. Sonunda ilk sezonu yayınlanınca hemen izlemeye başladım.
Genç ve güzel bir ressam olan Atiye’nin geçmişten günümüze uzanan mistik yolculuğunu anlatan bir dizi olarak karşımıza çıkıyor. Atiye İstanbul’da güzel bir evde kardeşiyle birlikte yaşamaktadır. Zengin ve yakışıklı sevgilisi ve ona destek veren bir ailesi vardır. Çocukluğundan beri takıntılı bir şekilde çizdiği bir sembol vardır. Bu sembolü çeşitli şekillerde resim haline getirmiştir. İlk kişisel sergisini sanatseverlerle buluşturur. Serginin açılışı yapılır, sergi esnasında yaşlı ve yüzünde tuhaf semboller olan bir kadın görür. Peşinden gider ama kadın ortadan kaybolmuştur. Ertesi gün internet haberlerinden biri Atiye’nin telefonuna düşer. Haberde Göbeklitepe’de yeni keşfedilen bir sembolden bahsedildiğini okur. Önce çok şaşırır, çünkü Göbeklitepe’de bulunan işaret takıntı haline getirdiği sembolün birebir aynısıdır. Binlerce yıl önce yapıldığı öne sürülen Göbeklitepe’de ortaya çıkan bu sembolü Atiye’nin küçüklüğünden beri biliyor olması onu araştırmaya yönlendirir. Ani bir kararla hiç kimseye haber vermeden Göbeklitepe’ye gider. Yolda esrarengiz bir kızla karşılaşır ve bu küçük kız Atiye’nin antik harabelerle arasındaki bağı ortaya çıkarmak için ona yardım eder. Göbeklitepe’nin arkeolojik kazılarının başındaki Erhan, Atiye’nin kazı alanına gizlice girdiğini fark eder. Bundan sonra gelişen olaylarda Atiye’nin gizemli geçmişi, Erhan’la olan bağlantısı ve mistik gizemler bir bir ortaya çıkmaya başlar.
Dizinin Göbeklitepe’yi dünyaya tanıtma fikrine bayıldım. Göbeklitepe yüzyılın arkeolojik buluşudur. Bence dünya tarihini yeniden yazdıracak bir potansiyele de sahip. O yüzden çok güzel bir fikir, dizinin senaristi Nuran Evren Şit’i kutluyorum. Bunun yanında Nemrut gibi Sümer tabletlerinde adı geçen bir karakterin Tümülüs’ünün diziye eklenmesi, Göbeklitepe’yle bağlantı kurulması bence dâhiyane bir fikir. Çünkü Nemrut tarihte ölümsüzlüğü aramasıyla ünlenmiş bir kral. Ölümsüz olabilmek için Adıyaman’da bulunan dağın zirvesine bir mezar yaptırtmıştır. Bu göndermede dizinin konusuyla paralellik vardı, her iki arkeolojik alanı birbiriyle amaç olarak bağlamak oldukça akılcı olmuş.
Gelelim başka dizilerle olan benzerliklerine, ben şahsen devamlı Netflix izleyicisi ve ilgi alakası bu tarz konular olan biri olarak ilgimi çeken dizilerin neredeyse tamamını izledim. O yüzden Atiye dizisinin konusunu ve içinde geçen bir takım unsurları başka (yabancı) dizilerle karşılaştırabiliyorum.
Örneğin; Atiye’nin takıntılı olduğu ve sürekli çizimlerini yaptığı sembol göndermesi “12 MONKEY” dizisinde de vardı. 12 Monkey dizisinin tamamını izledim, izleyenler de bilir ki başkarakterlerden biri Jennifer Goines, şizofren teşhisi konulmuş, kendisine “ASAL” diyen bir karakterdi. Sürekli akıl hastalıkları hastanesinde tutuluyordu ve kapatıldığı odanın duvarlarına maymun sembolü çiziyordu.
12 Monkey - Jennifer Goines

Jennifer Goines nereye giderse bu sembolü çizer ve onunla ilgili gelecekte bir felaket yaşanacağını iddia ederdi. Atiye’de de aynı çağrışımları gördüm. Atiye sürekli bir şekil çiziyor ve bunun ne anlama geldiğini öğrenmek istiyor. 

Sonsuz Zaman Sembolü - Atiye


Sonunda Göbeklitepe’den çıkan bir taşta yaptığı sembolün aynısını görüyor. İncelemek için kazı alanına gidiyor ve arayış Atiye’yi şizofrenik bir sarmalın içine sürüklüyor. Doktor, Atiye’ye şizofren teşhisi koyuyor ve bir müddet hastanede kalıyor. Jennifer Goines de kimsenin göremediği insanları görüyordu, gelecekte neler olacağını görebiliyordu, hisleri çok kuvvetliydi, ailesi onu hastaneye kapatmıştı. Atiye’ye de aynı temaların işlendiğini gördüm. Bir anda ortaya çıkan anneanne, aniden kaybolmaları, tabutun içinde kendisini görmesi, tıpkı 12 Monkey dizisinde olduğu için tırnaklarıyla duvara çizim yapılması öğeleri bana direkt bu diziyi hatırlattı.
Ayrıca 12 Maymun dizisinde işlenen sonsuz zaman, döngüler, zamanlar arası geçişler, paradokslar, bir insanın başka bir zaman düzleminde ilerlerken ölen insanları canlı görmesi gibi konuların da Atiye’ye olduğunu gördüm. Atiye’de 8.bölümde ölen kız kardeşi Cansu’nun Elif olarak ortaya çıkması, Cansu’nun Atiye’yi hatırlamaması da zaman sıçraması ya da paralel evren fikrine göndermeydi.
Başka benzerliklerde var elbette, örneğin 8.bölümde Atiye Göbeklitepe’deki zamanlar arası geçişi sağlayan kapıyı bulduğunda dar bir tünelden geçiyor. Geçitten geçerken zamanda sıçrama yaşıyor. Zamanda sıçrama yaşandığında dizide grimsi bir ekranla karşılaşıyoruz, tam ne olduğunu anlamaya çalışırken, Atiye ölen kız kardeşiyle konuşurken buluyor kendisini. Bir evin önünde, kapısı açık, karşısında kız kardeşi duruyor. Kapı eşiğinde durmuş kardeşine “Cansu” diyor, Cansu da ona; “… Dediğim gibi benim adım Elif, sizi tanımıyorum,” deyip kapıyı kapatıyor. Demek ki zaman sıçraması olduğunda Atiye kardeşini buluyor, kapısını çalıyor ve onunla konuşmaya çalışıyor. Bize de sadece Cansu’nun gerçek ismini bildiği ve söylediği sahne gösteriliyor.
Bu sahneyi izlerken aklıma hemen “DARK” dizisi geldi. İzleyenler bilir, Dark dizisinde de ormanın içinde nükleer santralin yakınlarında bir mağara vardı. Mağaranın içinde de dar bir tünel bulunuyor, tünelin içinden geçenler ya 33 yıl geçmişe ya da 33 yıl geleceğe gidiyorlardı. Tünelden geçen kişiler büyük babalarını, komşularının annelerini, oturdukları kasabadaki yaşlıların gençliğini, hatta kendilerinin yaşlanmış hallerini görüyorlardı. Atiye’nin 8.bölümdeki bu tünel sahnesi bana hemen Dark’ı hatırlattı. Dark dizisiyle benzeşen yerleri bu kadarla kalmıyor elbette, aynı zamanda dizinin içinde kilit rol sahibi bir karakter benzerliğini de fark ettim. Claudia Tiedemann isimli zaman gezgini Atiye dizisindeki Zühre ile benzeşiyor. Claudia Tiedemann her şeyi çözmüş ve zaman sıçramalarını bitirmek için elindeki makineyle Jonas Kahwald karakterini öldürmeye çalışıyordu. Atiye dizisindeki Zühre karakteri de Göbeklitepe’nin gizemini biliyor. Göbeklitepe’nin altındaki tünelden geçtiğinde farklı bir zaman dilimine sıçrama olduğunu ve bu zamanda ileri ya da geri gidildiğini bilen tek kişi. Kısacası Zühre hem dış görünüş olarak hem de betimlediği karakter olarak Dark dizisindeki Claudio Tiedemann’a çok benziyor.

DARK - Claudia Tiedemann

ATİYE - Zühre
Bunları bir kenara koyduğumda Atiye dizisi Türkiye’deki diğer dizilerin içinden sıyrılıyor. Hatta “Hakan Muhafız” dizisinden de farklı diyebilirim. İki sezon yayınlanan Hakan Muhafız dizisi benim beklentimi karşılayamamıştı. İstenen etkiyi yaratmadı ama Atiye bir Netflix dizisi kalitesinde, senaryosunda ve karakterlerinde yabancı dizilerle bazı benzer taraflar olmasına rağmen ilk sezonu güzel bir etki yarattı. Görsel olarak, kullanılan renk ve tonlar sinema tadındaydı. Birkaç tane çocukça efekt haricinde yapılan iş iyiydi.

27 Aralık’tan beri sosyal medyada konuşulmaya devam ediyor, bu durum dizi için güzel bir gelişme. Hakan Muhafız’ın yarattığı hayal kırıklığını yaşamadım. Gördüğüm kadarıyla diğer insanlar da yaşamamış. İkinci sezonu merakla bekliyorum.

 

90'ların en çok izlediğim yabancı dizileri

İlkokula giderken TRT’de yayınlanan diziler vardı. Okuldan eve gelir gelmez hemen derslerimi yapar dizilerin başlamasını dört gözle bekler...