12 Kasım 2019 Salı

İntikam

İntikam


Okan’ın yapması gereken sadece bir hamle kalmıştı. Biliyordu, onu da gözünü kırpmadan yapabilirdi. Yalnız bir sorun var gibiydi. Nedense kendine hâkim olamıyordu. Hâlbuki her şeyin kendi ellerinde olduğunu gayet iyi biliyordu. Saçma sapan aşk duygularına kapılmış olamazdı herhalde? Ya da bunun gibi bir şey? Şu ana kadar hesapladığı tüm adımları doğru düzgün attığı için, şu saatte kendinden de şüphelenemezdi. Zaten böyle bir lüksü de yoktu.

O, hâlâ yatağında mışıl mışıl uyuyordu. Uzun zamandır yüzüne kilitli bir vaziyetteydi. Onu huşu içinde izlemekle meşguldü. Sonra anlamlandıramadığı bir şey oldu.
“Ne kadar da güzel uyuyorsun. Az önce boynuma sarılıp uyurken, kokunu içime çekiyordum. Yüzünden akan masumiyet nasıl da bana ket vuruyor,” dedi. Bir anda yatağın kenarından fırladı. Elini başına vurdu. “Ne? Sen ne diyorsun be aptal! Yoksa içimdeki ses mi bunları söyledi? Ben bunları düşünüyor olamam.”

Evet, içindeki ses durmak bilmiyordu. Dün geceden beri susmak da bilmemişti. Yatak odasında bir o yana bir bu yana gidip gelmeye başladı. Hemen aklına örümcekleri getirdi. Zora girdiğinde ilk aklına getirdiği şey örümceklerdi. Ne güzel ağ örerdi onlar. Dünyaya üzerinde olmayan, benzersiz bir terzi gibiydiler. Avlarını yakalamak için ördükleri ağlar, hiçbir makinenin üretemeyeceği kadar kaliteliydi. Sabırla örerlerdi, sabırla! Sonra da hoop, avları düşerdi ağa. O ağa düşen hiçbir canlı, canlı olarak kalamazdı. Eninde sonunda örümcek tarafından öldürülürdü. Çünkü amaç oydu.
Ayakları çıplaktı. Henüz saat sabah 06.00’yı gösteriyordu. Pantolonunu giymişti ama üzerine giydiği gömleğinin düğmelerini daha iliklememişti. O ise hâlâ uyuyordu. Yüzünde öylesine masumca bir gülümseme vardı ki, dün gece beraber geçirdikleri aşk dolu saatlerden kalma olmalıydı. Bütün gece söylediği sözler, bir kadını baştan çıkarabilecek, ayaklarını yerden kesebilecek, kalbini titretebilecek ve hatta midesine bir kelebek kolonisini sürebilecek türden şeylerdi.
Bir ara ciddi ciddi düşündü. Yine dayanamayarak yatağın kenarına sinerek oturdu. Farkındaydı, gözleri kaçamak da olsa ona bakıyordu. Kıpkırmızı dudaklarına kilitleniyor, ardından uzun kirpiklerine, daha sonra da küçücük yüzüne dalıyordu.
“Yapacağım şeyi gerçekten hak ediyor mu?”

Dikleştirdiği göğsü bir anda fos diye söndü. Midesine giren krampla birlikte, dudakları titremeye başladı. Sonuç ne olursa olsun, acı bir gerçek vardı. Bütün bu yaşanan hengâme, onun içinde biriktirdiği intikam için yapılmıştı. Ve sonunda almak için dört takla attığı intikam oyunlarının sonuna gelmişti. Ya şimdi son darbeyi atacaktı, ya da şuracıkta fıs diye sönecekti.
İçindeki saftiriğe kanmamalıydı. Ne diye sürekli konuşup duruyordu ki? Sanki o değil miydi aylarca acı çeken? Şimdi de aklını karıştırmaya çabalıyordu, geri zekâlı!
Yutkundu. Gözlerini kısarak şöyle bir etrafına bakındı. Odanın içi darmadağınık haldeydi. Dün gece nasıl geldilerse, her yerde eşyaları vardı. Aslında yapılacak tek bir şey vardı. Tek sorun, sadece o darbeyi indirip indirmeme konusunda çelişkiler batağında debelenmesiydi.
Yenilmek mi üzereydi yoksa? Hayır! Yatağın kenarından usulca kalktı. Hızlıca gömleğinin düğmelerini ilikledi ve sonra pantolonun kemerini bağladı. Gömleğinin eteğini pantolonun içine sokarken, Beyza’nın çantasının nerede olduğuna bakındı. Yatağın diğer yanındaki berjerin üstünde duruyordu. Hemen çantanın yanına gitti. Beyza’nın cüzdanını çıkardı, içini açtı. Bir anlık Beyza’nın gülümser vaziyette yatan yüzüne göz ucuyla bakmaya başladı.

“Zavallı,” dedi içinden. “Zavallı kız. Benim gibi bir adamla birlikte olduğun için çok üzüleceksin ama yapacak bir şey yok. Senin kaderin de böyleymiş, ne yapalım!”
Cebinden küçük bir poşet çıkardı. Ağzı kilitli bir poşetti. Avucunun içinde tutup, kısa bir an poşete baktı. Poşetin içinde 5 gram eroin vardı. Çarçabuk o poşeti Beyza’nın cüzdanının bozuk para kısmına yerleştirdi. Fermuarını da çekti. Cüzdanı özenle çantanın içine koydu. Ayaklarının ucunda etrafta kendisiyle alâkalı bir şeylerin olup olmadığını kontrol etti. Ona ait ne varsa dikkatlice yok ediyordu. Sigara izmaritlerini topladı. Islak mendilleri aldı. İçki içtiği bardağını mutfakta deterjanla yıkadı. Dokunduğu her yeri sildi. Üstünü başını aldı. Montunu giydi. Her şey tamamdı. Kendisinden geriye artık bir kıl bile kalmamıştı. Mutfaktaki çöp poşetinin içine doldurduğu artıkları koltuğunun altına sıkıştırdı.
Çoraplarını giyerken ayaklarının portmantonun üzerine koydu. Ayakkabılarını eline aldı, sessizce dış kapıyı açtı. Elleriyle ses çıkarmamak için çaba sarf ediyordu. Ayakkabılarını paspasın üstüne yavaşça yerleştirdi. Son kez Beyza’ya bakmak için geri döndü. Hâlâ uyuyordu.
Yatak odasının kapısında durdu. O an, zaman durmuş gibiydi. Bakışları ona yoğunlaştı, gözlerinin önünden dün gece yaşadıkları geçiyordu. Son kez içine odanın kokusunu çekti, bu sefer nedensizce içi burkularak gülümsedi. Normalde bu gülümseme hainlik içerirdi. Ama şimdiki öyle değildi. Ne olursa olsun her şey devam etmek zorundaydı. Hızla dış kapıya yöneldi. Ayakkabılarını giydi, tam kapıyı çekiyordu ki içeriden bir ses duydu.
“Sevgilim, neredesin?”

Bir anlık, ufak bir duraksama yaşadı. Bu Beyza’nın uykulu sesiydi. Uyanmıştı, hemen buradan uzaklaşmalıydı. Ses duyulmasın diye eliyle kapıyı tuttu. Yavaşça kapıyı kapattı ve usul usul, hiçbir şey olmamış gibi merdivenleri inmeye başladı.
Apartmanın kapısından çıkarken, bu sefer koşar adımlarla yürüyordu. Hemen karşı kaldırıma yöneldi. Beyza’nın evinin olduğu sokak sessiz sakin bir yerdi. Her yer ağaçlarla çevriliydi. Okan’ın sol yanında çocuk parkı vardı. Kafası önünde yürürken parka gözü ilişti, parkta güvercinlerden başka kimsecikler yoktu. Adımları gittikçe hızlanıyordu, içgüdüsel olarak kafasını çevirip arkasına baktı. Birden gözünü yukarıya çevirdi. Beyza’nın oturduğu apartman katına bakıyordu. Henüz camda belirmemişti. Soluğunu arabasını park ettiği ara sokakta aldı. Arabasını görür görmez, adımlarını kocaman kocaman atmaya başladı. Nihayet arabasının kilidini açtı, kapısına elini götürdü ve tek bacağını içeriye soktu.

Çok ilginç bir duyguya kapılmaya başlamıştı. İnce ama çok derin bir duyguydu. Vazgeçti, diğer bacağını da arabanın içine soktu. Kapıyı hızlıca çarptı. Kontağı çalıştırmadan evvel, birini araması gerekiyordu. Çünkü dünden beri ondan haber bekleyen biri vardı. Kesin ondan şüphelenmiştir de! Elini montunun cebine attı, çıkardığında cep telefonu parmaklarının arasındaydı. Şifresini girip, arayacağı kişiyi buldu. Ön cam hafiften buğulanıyordu. O kadar derin ve hızlı nefesler alıp veriyordu ki, camın buharının üzerine “imdat” yazsa gören olur muydu ki?

Planının üçüncü ve en can alıcı kısmına geldi. Telefon edecek, narkotik şubeden ekipler gelecek, Beyza’nın evine baskın düzenlenecek, bütün komşuları başına üşüşecek, sonra o hengâmede evi didik didik aranacaktı. Polisler cüzdanındaki eroini bulunacak ve en sonunda Beyza, Okan’ın planladığı sona doğru, ellerinde kelepçelerle yürüyüp gidecekti. Evet, aynen böyle olacaktı. Telefonun ekranına baktı.
“Son kararın mı?” dedi içindeki ses.
“Evet, son kararım,” dedi Okan.
“Peki ya ben?” dedi içindeki ses.
“Sen mi? Ben senin yüzünden yapıyorum bütün bunları,” dedi Okan sinirle.
“Hayır, sen beni bir an bile dinlemedin. Beyza’nın suçu yok ki. Bütün suç senin,” dedi içindeki ses.
“Sen ne diyorsun ya! Ne saçmalıyorsun? Beyza bunları hak etti. Bunları o canımı yakmadan önce söyleyecektin. Sanki 1 sene önce geceleri ağlayıp zırlayan sen değildin?” dedi Okan haklı olarak.
Telefonun ekranı otomatik olarak kapandı. Hiç fark etmemişti. Deli gibi kendi kendine konuşup duruyordu. Birden eli arabanın kapısına gitmeye başladı.
İçindeki ses yine beynini kemirmeye başladı.
“1 sene önce yaşadığım acıları en derinime kadar yaşadım, hâlâ o yara kapanmadı. Yaramı kapatmak için, bana bu kadar yakın olduğu zamanı mı kolladın? Bak, işte istediğin gibi her şeyi başardın. Daha ne istiyorsun?”
Okan, otomobilin kapısını bilinçsizce açmaya başlamıştı. Kapı azıcık aralandı. Ne yapıyordu böyle? Kurduğu bu tuzaklı yol onun eseri değil miydi zaten. Beyza en yakın dostunu severken, o Beyza’ya âşık olmamış mıydı? Onun dikkatini çekebilmek için bir bordo bereli asker gibi aklını da gönlünü de kazanmak için savaş vermemiş miydi? En sonunda onları da ayırmayı başarmıştı üstelik. He, şimdi o günlerde yaşadığı acıların sorumlusu olarak Beyza’yı görüyordu, o ayrı. Gerçi Kemal için uyguladığı o acımasız plan da haksız değildi, en azından Okan böyle düşünüyordu.
Asıl şimdi vicdanının sesini duyuyordu. Kapıyı iyice açtı. Dışarıya bir adım attı. Öylesine bir duvara çarpmıştı ki, artık geri dönüşü olur muydu kendisi de bilmiyordu. Kapıyı kilitleyerek koşmaya başladı. Ciğerleri patlayacak gibi olmuştu ama o durmuyordu.
“Hamarat Apartmanı” nın önüne geldiğinde, elinde sıkıca tuttuğu telefonu acı acı çalmaya başladı. Arayan O’ydu, yani amiri. Telefon ısrarla çalarken, o apartmanın kapısına dayanmıştı. Kapının camından yansıyan yüzüne baktı. Allak bullak görünüyordu. Telefonu çalıyor, o hâlâ vicdanının onu sürüklediği dibe doğru gidiyordu. Artık telefonu açmak zorundaydı. Eli istemsizce “Evet” e dokundu.
“Buyurun amirim”
“Okan, neredesin oğlum sen? Senden haber bekliyoruz burada. Bizi telefonun başına diktin. Baskına başlıyoruz değil mi?” dedi.
Okan’ın alnından süzülen soğuk terler, kalbinin neredeyse durmak üzere oluşu, vücudunun parkinsonlu bir hasta gibi titremesi, amirine yalan söyleyeceğinin işaretiydi.
“Şey, amirim… Şu anda baskın yapabileceğiniz bir durumda değil. Ben…”
“Lan oğlum delirdin mi sen? Ne demek baskın yapılacak durum yok! Dalga mı geçiyorsun lan sen benimle?”
“Hayır, amirim ne dalga geçmesi. Ben…”
“Ne ben ben ben… Sen ne!”
Okan artık bir karar vermeliydi. Ya buradan silinecekti, ya da oradan. Ya kalbinin sesini hissedecekti, ya da aklının. Aklı ona diyordu ki, “Bırak Beyza cezasını çeksin. Sonuçta onun yeri cezaevi. Kemal’le birlikte yaptıkları âlemler yüzünden az mı canın yandı. Sen ipini çekmesen zaten bir gün kendi ipini kendi çekecek. Ya şimdi, ya da hiç!”
Kalbi ise çok farklı frekanstan konuşuyordu. “Beyza suçlu değil Okan. Onu bu bataklığa Kemal itti. Kız ondan kurtulmak için çok çabaladı. Üstelik Kemal’in polis olduğunu bile bilmiyordu. Sen de biliyorsun, her şey senin gözünün önünde oldu. Sonuçta seninle birlikteyken hiç kötü bir alışkanlığı oldu mu? Hayır! Kemal cezaevinde yatıyor, hem de senin sayende. Narkotik polisinin eroin pazarlamacısı olduğunu ortaya çıkardın. En azından 20 yıl orada yatacak. Başka kimseyi de zehirleyemeyecek, buna Beyza da dâhil. Beyza ondan kurtulduğu günden beri doğru düzgün bir hayat sürüyor. Şimdi değil Okan, şimdi değil.”
“Amirim, ben poşeti dün gece kulübünde düşürmüşüm. Sabah uyandım, ceplerime baktım ama bulamadım. O panikle uyanır uyanmaz evden çıktım. Dün gece eğlendiğimiz mekâna gidip poşeti alacağım. Bugün operasyon iptal, kusura bakmayın,” dedi.
Amir şoka girmişti. Telefonun diğer ucundan ses seda gelmiyordu. Şimdiye dek Okan’ın böylesine aptalca bir vukuatı hiç olmamıştı. Okan gibi tecrübeli bir baş komiser böylesine çocukça bir hata yapabilir miydi?
“Alo, amirim? Duydunuz mu beni?”
“Yeme lan beni, sen kimi kandırıyorsun sersem! Neyin peşindesin Okan? Sen değil miydin bu kızı kodese tıkalım amirim, çeksin cezasını zilli diyen, ha? Şimdi ne yalanlar sıkıyorsun bana? Bana bak, evin tam karşısındaki durağın yanındayız. Siyah minibüste seni bekliyorum, çabuk buraya gel. Alacağım façanı aşağıya, hadi çabuk!”

Telefon çat diye Okan’ın yüzüne kapandı. Nasıl fark edememişti minibüsü, kendisine hayret etti. Okan boğazında biriken tükürüğü sessizce yuttu. Tükürük yavaş yavaş yutağından geçerken, sakince arkasını döndü. Evet, siyah minibüs tam da amirinin söylediği noktada bekliyordu. Yapacak bir şey yoktu, ya oraya gidecekti ya da amir söylediklerinin yalan olduğunu çakıp, bir anda Beyza’nın evine polisleri dolduracaktı. Ağır adımlarla minibüse doğru yürümeye başladı. Kapının önünden ayrılırken, elini pantolonun cebine koydu. Kendinden emin görünmek zorundaydı. Ustalığını ve hünerini gösterebilmek için, hemen hızlı bir modda haleti ruhiyesini değiştirmeye başladı. Karşı kaldırıma vardığında, sokağın üst kısmındaki ve köşesindeki polis ekiplerini fark etti. Bu kadar da kör olamazdı. Az önce çıktığında niye görememişti ki onları? Amir, emniyetteki en başarılı polisleri buraya yığmıştı. Karşı kaldırımda durup onlara doğru baktı. Köşede bekleyen ekip otosunda devresi Engin’i gördü. Elinde telsiziyle Okan’a sorgulayan bir gözle bakıyordu.
Okan onu umursamadı. Adımlarını sıklaştırarak amirin olduğu siyah minibüse doğru yürüdü. Minibüsün yanına geldiğinde birden sürgülü kapı açılmaya başladı. Tam ayağını atıp içeriye girecekti ki, birisinin ona bağırdığını duydu.
“Okaaan…”
İçinden, “Bu ses?” demişti ki, amiri hemen atladı.
“Bu senin zilli değil mi?”
Okan kalbinin yerinden çıkacağını hissetti. Çabucak arkasını döndü. Apartmanın kapısında durmuş Okan’a bakıyordu. Üzerinde siyah bir kot pantolon ve Okan’ın çizgili gömleği vardı. Dışarısı soğuk olduğu için, ellerini göğsünün üzerinde birleştirmişti. Saçlarını gelişi güzel tepesinde toparlamıştı. O kadar güzel görünüyordu ki, içi acıyarak ona bakakaldı. Göz göze geldiler. Beyza, Okan’ın ona baktığını fark edince, eliyle “Gel” işareti yaptı.
Okan ne yapacağını bilemiyordu. Amiri koltuktan onu izliyordu. Kapı tamamen açılmamıştı, yarım bırakılarak duraklatılmıştı. Amir Okan’ın bütün mimiklerini kontrol altına aldı. Okan da bunun farkındaydı. Amirine döndü, “Ne yapayım?” diye sordu soğukkanlılıkla.
Okan’ın gözlerinin içi bir yılan kadar soğuk görünüyordu. Yüzünde hiçbir mimik belirtisi yoktu. Elleri ve kolları kontrolü altındaydı. En azından içinde kopan fırtınaları amirine belli edecek, hiçbir yamuğu olmadı. Çok kontrollüydü, amirinin onu göz hapsine aldığını ve yapacağı her hangi bir harekette onu alaşağı edebileceklerini biliyordu. Amirinin keskin gözlerine baktı. Minibüsün içindeki iki keskin göz, ona “Hadi git ve devam et…” dedi.
Amirinin el hareketi, hiç çaktırma ve işi bitir demek anlamına geliyordu. Okan da itaat edercesine başını salladı ve geri döndü. Sokakta konuşlanmış ekip otolarına bakarak Beyza’ya doğru yürümeye başladı. Ekip otolarındaki komiserlerin aynı anda telsizlerini ellerine alıp, ağız hizasına getirmeleri bir oldu. Bu da şu anlama geliyordu; Bugünkü operasyon iptal oldu. Okan içinden kocaman bir oh çekebilirdi.
Beyza’ya yaklaştıkça, yüzünde beliren kocaman gülümsemeye odaklandı. Okan yaklaştıkça, o da kollarını ona dolamak için iyice açıyordu. Kaldırım taşının üzerinden bir çırpıda atlayarak, kendini Beyza’nın kollarına bıraktı. Ona öyle sarıldı ki, nasıl unuttuğunu anlayamadığı çizgili gömleğinin içine hiçbir şey giymediğini fark etti. Soğuktan dikleşmiş göğüs uçlarını hissediyordu. Beyza yanağını Okan’ın yanağına dayadı. Sanki onu kokluyor gibiydi. Okan’ın kafasından sesler yükselmeye başladı.
“O gömleği 2 gün önce dolapta bırakmıştın. Almayı nasıl unutursun?”
Birden Beyza onun elinden tutup, apartmanın içine çekti. Kapıyı da kapattı. Gözlerine bakarken, göz bebeklerinin büyüdüğü çok rahatlıkla görünebiliyordu. Aşkla ve şehvetle bakıyordu. Okan dayanamadı, tekrar Beyza’ya sarıldı. Az önce yaşadığı kâbus dolu dakikaları unutmak istiyordu. Tam da bu esnada, “Operasyon çöpe gitti değil mi?” diye bir soru geldi.
Okan’ın kalbi zembereği fırlamış saat gibiydi. Sanki on bin fit yukarıdan aşağı çakıldı. Beyza’nın omuzlarından tutup gözlerine baktı. Bu kız ne diyordu böyle? Gözlerinin içindeki çocuksu korkuyu görebiliyordu. Kıpkırmızı dolgun dudakları aşağıya sarktı. Upuzun kirpikleri, Okan’ın vereceği cevaba hazırlanır gibi gözyaşlarını tutuyordu. Bir kelime söylese, karşısındaki kız tir tir titreyen vücudunu soğuk karo taşlarına bırakıverecekti. Okan’ın beyninden aşağıya kaynar sular dökülüyordu.
Beyza onun polis olduğunu nereden biliyordu ki? Ya da operasyonu? Okan, yine usta olduğu yalancılığını konuşturmalıydı. Bütün emniyette, söz ve mimiklerini çok iyi kullanmasıyla ünlüydü. Yalancıları çok iyi tanırdı ama kendisi de inanılmaz yalan söyleyebilirdi. Fakat bu kez, her nedense vücuduna hâkim olmakta zorlanıyordu!
“Ne?” diyebildi sadece. Beyza’ya söylenebilecek en iyi zaman kazanma kelimesi değildi elbette.
Beyza titreyen dudaklarına hâkim olmaya çabalayarak, “Senin polis olduğunu biliyorum,” dedi.
Okan onu ters köşeye yatırmalıydı. Çünkü şu anda kendisi ters köşeye yatmıştı. O heyecanla aklına ilk gelen şeyi yapacaktı. En iyi yöntem kışkırtma yöntemi olabilirdi. “Nasıl yani, benim polis olduğumu mu düşünüyorsun?” diyerek tiz bir kahkaha patlattı. Bir iki adım geriye gitti ve ellerini beline koydu. Bu bir meydan okuma şekliydi. Kaşlarını alabildiğine çatarak, sorgulanan kişiyken sorgulayan kişi konumuna yükselmenin derdindeydi. Karşısında şaşkınlıkla onu izleyen Beyza’nın ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordu. Eğer onu anlayabilirse, işi biraz daha kolay olabilirdi. Bu sırada adrenalini yükselmeye başlıyordu. Anladığı kadarıyla Beyza’nın kafası karışmış gibi görünüyordu. Evet, şimdi ikinci aşamaya geçebilirdi.
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun küçük kız?” dedi hesap sorar gibi.
Beyza ise onu garip garip izledikten sonra, eline yapıştı ve asansöre bindirdi. Okan neye uğradığını şaşırdı. Ellerini yine göğsünde birleştiren Beyza, suratına sanki hiç onu tanımıyormuş gibi bakıyordu. Çok geçmeden dairesinin olduğu 3. Kata geldiler. Beyza kapıyı açtı ve Okan’ın eline yapışarak onu evine soktu. Elini bırakmadan birlikte yatak odasına doğru yürümeye başladılar. Okan neyle karşılaşacağını düşünüyordu. Ya bu deli kız yine sevişmek istiyordu, ya da…
Yatak odasına girdiklerinde birden Beyza durdu ve Okan’ın elini bıraktı. Uzun dalgalı saçlarındaki tokayı çıkardı. Saçlarını savurarak odanın tam ortasına geçti. Okan hâlâ kapının eşiğinden biraz içeride duruyordu. Sanki neyle karşılaşacağından korkar gibi bir hale büründü. Karşılıklı durmuş birbirlerine bakıyorlardı. Okan bu duruma daha fazla dayanamadı.
“Beyza, sen iyi misin? Ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum,” dedi.
Beyza tükenmiş gibi bir yüz ifadesiyle, elini çantasına attı. İçinden cüzdanını çıkardı. Bir iki adım atarak Okan’ın önünde dimdik durdu. Sonra Okan’ın gözlerinin içine bakarak, bozuk para gözünü açtı. Okan artık neyle karşılaşacağını çok iyi anlamıştı. Yutkunmamak için kendisiyle mücadele veriyordu. Ya vücudunun titremesine nasıl engel olacaktı? İşte o an… Beyza bozuk para gözünden küçük kilitli poşeti çıkardı. İki parmağının arasına alıp, Okan’ın burnunun dibine sokarak sallamaya başladı.
“Bu poşeti neden buraya koyduğunu biliyorum,” dedi.
Okan, gözlerini kaçırmadan ona bakıyordu. Karşılıklı birbirlerini izliyorlar, bir saniyelik mimik hareketini bile kaçırmak istemiyorlardı. Okan’ın aklı yine konuşmaya başladı.
“Sen bu kızı fazla hafife almışsın oğlum. Baksana, her boku biliyor bu!”
Tek kelime etmedi. Ellerini ceplerine koydu ve başıyla Beyza’ya “konuş konuş” işareti yaptı. İçinin yerle bir olmuş halini anlamasın diye de yüzüne Beyza’yı umursamıyormuş gibi alaycı bir gülümseme yerleştirdi. Beyza hâlâ onun gözlerine bakıyordu. Sonunda dayanamadı.
“Ne oldu, konuşamıyorsun değil mi? Çünkü aşağıdaki amirinin karşısında da aynı duruma düşmüştün.”
Bu kez Okan iyice yerin dibine girdiğini anladı. Nasıl olabilirdi ki bu? Beyza’nın bunları bilmesine olanak yoktu. Hatta imkânsızdı. Son dakikaya kadar kendisini ele de veremezdi. O yüzden, ne kadar zor durumda olursa olsun her şeyi inkâr etmek zorundaydı.
“Beyza… Sen ne dediğinin farkında bile değilsin. O elindeki şeyi…” Okan daha cümlesini bitirememişken Beyza boğazını yırtarcasına bağırmaya başladı.
“Kes! Kes artık tamam mı? Ben belki 21 yaşında, sana göre saftirik bir kız olabilirim ama senin bana oynadığın oyunları göremeyecek kadar da kör değilim! Şimdi defol git evimden. Bir daha da karşıma çıkayım deme!”
Okan şok geçiriyordu. Elleri çoktan ceplerinden çıkmış, kendini korumaya almıştı bile. İçgüdüsel olarak Beyza’yı durdurmaya, onunla ufak da olsa bir temas kurmaya çalışıyordu. Şimdi içindeki sesten gık çıkmıyordu, çünkü kalbi asıl şimdi yanıyordu. Üstündeki tortular, yavaş yavaş dibine çökmeye başladı. Gözleri ağırlaştı, ağırlaştı. Etraf kararmaya başladı. Aklındaki sesin son sözlerini duydu, “Bu şekilde olmamalıydı, ben böyle olsun istemedim…”
Aradan 4 saat geçti. Okan gözlerini açtığında mint yeşilli koltuğun üzerinde boylu boyunca uzanıyordu. İyice doğruldu, kendini bitkin hissediyordu. Burası Beyza’nın eviydi. Ama o neredeydi?
Hemen ayağa kalktı, çabucak yatak odasına girdi. Orada yoktu. Mutfağa doğru giderken ortalığa seslendi, “Beyza, Beyza neredesin?”
Arkasındaki ayak seslerini duydu, bir anlık refleksle arkasını döndü. Beyza, tam da karşısında duruyordu. Üstünü başını giymiş, saçını özenle fönlemiş, makyajını yapmış kendine gelmiş görünüyordu. Okan’ı delirten parfümünü de sıkmıştı. Küçücük, beyaz yüzünün masumluğu daha da belirginleşmişti. Birbirlerinin yüzüne uzun uzun baktılar. Beyza şu ana kadar hiç görmediği bir ifadeyle Okan’a bakıyordu. Hissiz, donuk, katı, hayal kırıklığına uğramış ve nefret edercesine. Okan’ın içindeki ses yine konuşmaya başladı.
“Sen bu kızı kaybettin Okan! Kaybettin… Bas git oğlum bu evden.”
Hayatında ilk defa böyle bir duyguya yeniliyordu. Oysa duygu denilen şeyleri hep kendisi kontrol etmişti. Hiçbir zaman duygularının kölesi olmamıştı. Bu yaşadığı şeylerin Allah’ın ona verdiği büyük bir ceza olduğunu düşündü. Allah, bu zamana kadar kalbini kırıp gittiği insanların intikamını alıyordu. Gözlerinin dolmasına engel olamadı. 30 yaşına kadar hiç böylesine delice sevdaya tutulmamıştı. Kalbi öylesine katıydı ki, şimdiye kadar hiçbir kadına Beyza’ya hissettiği gibi bir şey hissetmedi. Ama gururuna yenildi. Kendine yenildi. Hiçbir şeyden emin olamamasına, güvenememesine, şüphelerine ve kıskançlıklarına yenildi. Aslında Beyza’yı değil, kendini pusuya düşürdü. Kendi kalbine kurşun sıktı. Artık onun gözlerine bakmamalıydı, bakamazdı da. Sadece ona bir tek soru sormak istedi.
“Nerden biliyorsun bunları?”
Beyza o kadar kendinden emin duruyordu ki, ava giderken avlanan Okan’ın kendini nasıl bir hale soktuğunun farkındaydı. Canını bastıra bastıra, kanata kanata yakmak isteyen Okan’ın içini görebiliyordu. Ondan kurtulmak için, sırf gözü Beyza’yı bir daha görmesin diye göndermek istediği cezaevini de biliyordu. Kendisini usta bir poker oyuncusu zanneden Okan’ın, mimiksiz, hissiz, duygusuz, numaracı, canının istediği bütün kadınları, yakışıklılığını kullanarak, usta yalanlarıyla yatağa atmayı başarabilen şu zavallı adamın, her gece kendisi için içtiğini ve zırıl zırıl ağladığını da biliyordu. Kemal denilen hokkabazı kendisinden uzaklaştırmak için ne oyunlar oynadığını, onu ceza evine tıktırmak için Beyza’yı kullandıklarını da biliyordu. Kemal ceza evine girmişti ama sırf Beyza’dan intikam alabilmek için, onu da içeri tıkmanın peşindeydi. Bahanesi de belliydi, Kemal’in sattığı eroinden iki kere kullanmış olması ve onunla ilişki yaşadığını düşünmesi. Neyse ki, Kemal’in ona yazdığı mektupla ceza evine ziyarete gitmiş ve her şeyi ondan öğrenmişti. Kemal, ilk önce kendisinin narkotik polisi olduğunu itiraf etmişti. Sonra Okan’ın da polis olduğunu, Beyza’yı deli gibi sevdiğini, ikisini hastalık derecesinde kıskandığını, aralarında bir ilişki olduğuna inandığını, gözünü kör eden intikam hırsıyla her türlü belayı başına açabileceğini söylemişti. Yani kısacası Beyza her şeyi biliyordu. O günden beri de Okan'ın her hareketini izliyordu.
Okan'ın en büyük yanılgısı, gözünü kör eden aşkı ve intikam duyguları olmuştu. Beyza'nın her şeyi bildiğini ve onu izlediğini anlayamamıştı.
Derin bir nefes çekti ve yavaşça dışarı verdi. Mutfak kapısının önünde ayakta durmaya çalışan adama baktı. Gözünü kırpmadan saatlerce ona bakan adam, suçluluğunu kabul edercesine yüzüne bile bakamıyordu. Galiba bugün gerçek anlamda bir kadın olmuştu. Ona bu duyguyu Okan yaşatmıştı. Kalbini paramparça etmek için yeminler eden adama bağırmak istiyordu, avazı çıktığı kadar bağırmak. Ama yapamadı. Sesi titreyerek ona cevap verdi.
“Bundan sonra karşındakini aptal yerine koymadan önce, arkanda bıraktığın izleri iyi temizle. Bu da sana ders olsun. Bir daha ki sefere canını acıtmak isteyeceğin birini bulursan, benim kadar sevenini bulma, tamam mı?”
Okan, çocuk gibi kalakalmıştı. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemiyordu. Ağır ağır bakışlarını ona çevirdi. Utangaç, mahcup ve pişmanlık dolu bir ifadeyle son kez Beyza’ya baktı. Gözlerinin içine kan oturmuştu. Usul usul gözlerinden gözyaşları damlıyordu. Okan bir iki adım attı, Beyza'nın gözlerinden süzülen yaşları silmeye yeltendi. Ama Beyza geri adım atarak, eliyle ona durması için işaret yaptı.
"Dur, bana dokunmanı istemiyorum. Bırak tamam mı, beni bırak. Vazgeç artık. Çünkü ben öyle yaptım.”
Okan nefessiz kaldı. Hareket edemiyordu. Çınlamaya benzer sesler duyuyordu. Birden yer ayağının altından kaydı. Eliyle duvarı aradı, tutunmak zorundaydı. Çünkü ensesine yayılan ağır bir yük onu aşağı çekiyordu. Ağzının içinde pas gibi, demir gibi bir tat hissetti. Yavaş yavaş dizlerinin bağı çözüldü, ilk önce sol dizinin zemine çarptığını algılayabildi, sonra sol eliyle duvardan tutunma isteği… Uzaklardan, çok uzaklardan sesler geliyordu. Midesinin suyu yutak borusuna kadar çıktı. Kusmak istedi ama artık çok geçti. Sesler artık çok yakından gelmeye başladı.
“Hayır, Okan… Beni bırakma! Yalvarıyorum sana, ne olur kendine gel. Seni çok seviyorum, beni bırakma Okaaannnn…”

9 Kasım 2019 Cumartesi

Uykunda Bile Dinlemelisin

Uykunda Bile Dinlemelisin





Gecenin ilerleyen saatlerinde aniden uyanıverdim. Gözlerim karanlığın içinden hiçbir şeyi seçemiyordu. Saniyeler ilerledikçe, terden sırılsıklam olan yastığımdan doğrulup, açık unuttuğum penceremden dışarı bakmak istedim.

Gözüme yatmadan önce gardolabın kapısına astığım ve yağmurdan ıslanan montum ilişti. Yataktan ağır ağır kalkarken hafifçe montuma doğru uzandım. Hâlâ ıslaktı. Karanlığın içinde, bir müddet elimle montun cebine koyduğum sigaramı aradım. Elime çakmak, cep telefonu ilişti ama sonra sigara içmekten vazgeçtim.

Mont hâlâ ıslaktı. Camdan içeriye buram buram toprak kokuları yayılıyordu. Perde, açık kalan camdan esen rüzgarla dalgalanıyordu. Perdeyi kaldırıp, başımı dışarıya uzattım. Gecenin kör karanlığında usulca çiseleyen yağmur devam ediyordu. İkindi saatlerinde başlayan o çılgınca bardaktan boşanırcasına yağan yağmur gitmiş, yerine uslu bir çocuk gelmişti. Pencereden bakınca, uzaktan gördüğüm TEM otoyolundan geçen tek tük otomobillerin dışında, hiçbir canlının dışarıda olmadığını, yıldızların, berrak ve temiz havada ışıl ışıl olduğunu, evimin karşısındaki devasa plazaların bile ışıklarının söndüğünü gördüm.

Saatler öncesine gidip, yağmurun ilk başladığı saate odaklandı aklım. Saat 14:00 sularıydı. İnanılmaz bir yağmur başladı, her geçen saniye şiddetlenmişti. O gün hava çok güzel olduğu için, yanıma şemsiye almamıştım. Sadece montumun kapüşonunu kapatmakla yetinmiştim. Sarıyer’de dolmuşun gelmesini bekliyordum.

Bir anda hayalle karışık bir şey gördüğümü düşünmeye başladım. Dolmuş beklediğim kaldırımın karşısında birini fark ettim. Elleri ceplerinde duran bir kadındı. Bana dikkatlice bakıp arabaların geldiği yöne doğru bakışlarını kaçırıyordu. Daha dikkatlice bakınca, bu kadının lise arkadaşım Sezen olduğunu anladım. Gözlerime inanamamıştım. Ya hayal görüyordum ya da geçekti ama kesinlikle Sezen’di o!

Yağmur dakikalar içinde şiddetini arttırdı. Ellerini cebinden çıkarmadan arada bana bakışlar fırlatan Sezen’e bağırmaya başladım. İlkinde duymadı. Bu sefer avazım çıktığı kadar “Sezeeeen, Sezeeeennn!” diye haykırdım. Arabaların çamurları sıçratarak geçip gitmesinden, yağmurun olduğundan fazla hiddetli olmasından Sezen çığlıklarımı duymadı bile. Önümde duran sarı dolmuşa bakarken, bir iki adım çekilip kapıya yöneldiğimde, kafamla Sezen olup olmadığını kestiremediğim kadının nerede olduğuna baktım. Yok, Sezen gitmişti!

Evet, Sezen benim liseden arkadaşımdı. En iyi, en yakın dostumdu. Liseden mezun olduktan sonra ikimizin de hayatı tabii ki değişti. Ailesi zengindi Sezen’in. Üniversiteyi okuması için onu İngiltere’ye gönderdiler. Ben İstanbul Üniversitesi Gazetecilik bölümünü kazandım. O İngiltere’ye ailesinin istediği hukuk bölümünü okumaya gitti. Yurt dışına gittikten sonra sık sık telefonla görüştük. Arada ailesini ziyarete geldiğinde de bir iki saat bir yerlerde oturup sanki hiç ayrılmamışız gibi sohbetler ediyorduk. Bana İngiltere’den her telefon açtığında hıçkırarak ağlıyordu. İstemediği bir bölümde okuduğu için babasına veryansın ediyordu. Ne zaman onunla konuşsam, her geçen gün sinirlerinin biraz daha yıprandığını hissediyordum. “Şu lanet olası memlekette benim ne işim var? Ben de gazeteci olmak istiyorum,” der, Amerika’ya yerleşmek istediğinden bahsederdi.

Onunla en son görüştüğümde, artık dayanamadığını ve Amerika’ya gitmek için girişimler başlattığını söyledi. Yüz yüze görüşmeyeli tam tamına beş yıl oldu. Amerika’ya gitti. Gittiğinden ailesinin haberi yoktu. Annesi Meriç Hanım’la konuştuğumda, kızının hâlâ İngiltere’de olduğundan bahsediyordu.

Sezen beni aramıyordu. Ben onu ne zaman arasam, telefonu çalmıyordu. Belli ki telefon numarasını değiştirmişti. Yaşadığından emin değildim.

Yıllar sonra üniversiteden dereceyle mezun oldum. Türkiye’nin en büyük, en çok satan gazetesinde iş bulup çalışmaya başladım. İlk işim adli gazetecilikti. İşimi severek yapıyordum. Her gün adliyelere gidiyor, pusuya yatıyor, adliyelerden çıkacak enteresan, ilgi çekici, hayret verici, dehşet dolu haberler çıkarmanın peşine düşmüştüm.

Günlerim böyle geçiyordu. Bir sene sonra ailemden ayrılıp, kendi evime taşındım. Sezen’in hayatından şüphe duyduğum için annesiyle görüşmeye karar verdim.

Zaman zaman, boş olduğum günlerde Meriç Hanım’la görüşmeye giderdim. Onunla yaptığımız sohbetlerden anladığım kadarıyla, Sezen’in Amerika’da yaşadığını ve orada kendine bir hayat kurduğunu sonunda öğrenmişti. Sezen’in yaşadığını biliyordum artık. Arada Meriç Hanım’la telefonla görüşmeye başladık. Bana Sezen’in aradığını ve durumunun çok iyi olduğunu söylerdi.

Bu süreçte Sezen bana hiç selam göndermiyordu. Dikkatimi çeken ilk şey bu olmuştu. Aslında biz insanlar iş hayatının gizli çarklarının içine daldığımızda, bazı duygularımızı arka plana atıyoruz. O çarklar bizi öylesine kevgire çeviriyor ki, bazı değerlerimizi unutuyoruz. Bir arkadaş, bir dost, ya da aile bize çok uzaktan el sallayan biblolarmış gibi geliyor. Oysa yalnızlıklarımızın içinde kıvranıp duruyoruz.

Zaman ilerledikçe, gazete beni adli muhabirlikten alıp, bir köşe verdi. Gazetede köşe yazmam benim en büyük hayalimdi. Gazetecilerin Nirvana’sıdır orası. Her gün yeni yeni şeyler yazarsın, okuyucu kitlen olur. Sana her gün binlerce mail gelir. Bazıları anana babana, sülalene söver. Bazıları da aynen senin gibi düşünüyorum der. Benim yazdığım konular genelde siyasetçilerin pislikleri üzerine olurdu. Yalnız bu konu çok hassas bir konu olduğu için ve hassaslığının farkında olduğum için, yazım üslubumu ona göre ayarlıyordum. Bolca kinayeler, mecazi anlamlar, gerçek kişileri hayali kişilere çevirip anlatmalar, arada espriler katarak birilerini anlatmaya çalışıyordum.

Doğrusu, ülkemizde normal zekâ seviyesine sahip olan herkesin anlayabileceği türden şeylerdi. Yani benim yazılarımı okuyan en saftirik vatandaş bile, o yolsuzluğun ya da hırsızlığın kim ya da kimler tarafından yapıldığını şıp diye anlayabilirdi.

Bolca küfür dolu, hakaret ve tehdit dolu mailler ve telefonlar alıyordum. Umurumda bile değildi. Adli muhabirlikten geldiğim için, bu tehditlerden nasıl korunacağımı çok iyi biliyordum. Ama gazete yaptığı tirajları düşünerek mi, yoksa gerçekten benim hayatımdan endişelendiği için mi bilmem yanıma bir koruma bile verdi. İşte tam da böylesi bir dönemde, bana Kanada’dan sürekli ayın birinci günü kart postallar gelmeye başladı. Bana kart postal gönderen kişinin adı “Nezeri Emile Polyrill” isimli bir kadındı. Kadın olduğunu bana yazdığı şeylerden anladım.

Yazdığı şeyler İngilizceydi. İngilizcemin çok iyi olduğunu bilen birisiydi. Gönderilen adres Oktava şehrinde bir kasabaydı. Bana sürekli bir hikâyeden bahsediyor ve hikâyenin içinde kendisinin de olduğunu, benim de bu hikâyede baş kahraman olduğumu, başımın ileride belaya gireceğini, bana komplo kurulacağını, kurulan bu komployu kimsenin çözemeyeceğini ve en sonunda da benim infaz edileceğimi söylüyordu. Beni bir çeteyi araştırmaya ve onların çevirdikleri dolapları çözmeye itiyordu. Tam Hollywood senaryoları gibiydi.

Tabii ki ilk yazılanlara pek itibar etmedim. Gelen kartlarda hep soğuk Kanada’nın mükemmel manzaraları vardı. Buz tutmuş göller, kar yağmış dağlar, sık ormanların karla kaplı yamaçları falan. Ama arkasındaki yazılar da bir o kadar korkunç ve soğuktu.

Düşünmeye başladım. Neden her ayın birinci günü bu kartlar bana geliyordu? Kanada’da hiç tanıdığım biri de yoktu. Benim yazdığım şeyler birilerini rahatsız etmiş olsa, neden oradan bana böyle garip mesajlar gönderilmek istensin ki? Bizim ülkede böyle garip korku filmi tadında hareket eden kimse olmamıştır.

Sonunda kartların geldiği adresi araştırmaya karar verdim. Yanımda benimle çalışan, adliyelerde birlikte koşturduğum en yakın muhabir arkadaşım Mustafa’yla birlikte tıpkı bir dedektif gibi çalıştık. Sonuç mu, sıfır! Kartların geldiği adres fos çıktı. Ufak bir umutsuzluk kapladı ikimizi de. Bir ara bu mevzuyu unutup işlerime odaklandım.

Ama ayın birinde bana gelecek kartı da merakla bekliyordum. Ayın birine bir gün vardı. O gün gazetede kendi büromda olmam gerekiyordu. Çok önemli bir toplantı olacaktı. Genel yayın yönetmenimiz bütün köşe yazarlarını toplayıp, ülkenin geçtiği zor şartlar konusunda hepimize ayar çekecekti sanırım. Gazetenin kulislerinde dönen dedikodulardan bazı sivri gazetecilerin işine son verilebileceğinden bile bahsediyorlardı. Tabii ki bunların en başında da ben geliyordum.

Ayın biri oldu. Saat tam 10:00’da büyük toplantı odasında herkes meraklı gözlerle Genel Yayın Yönetmenimizin gelmesini bekliyordu. Kimseden çıt çıkmıyor, bazıları önündeki kâğıt parçalarına garip garip şekiller çiziyor, karalamalar yapıyor, bazıları savunma tezi yazıyor, bazıları da benim gibi ne olacaksa olsun havasında ellerini göğsünde birleştirip olacakları bekliyordu. Tam o sırada genel yayın yönetmeni içeriye girdi. Bazıları ayağa kalktı, bazıları (bizden yaşça büyük olanlar) başlarıyla selam verdiler. Ben de hafiften ayağa kalkma hareketi yaptım ama hemen yerime çöreklendim.

Yönetmenin elinde bir dosya vardı. Önce hepimize soğuk bir bakış attı, yerine çöktü ve toplantıya başladı. O konuşurken, toplantı odasının camekânlı bölümünden birinin geçtiğini fark ettim. Bu bizim Mustafa’ydı. Kafamı iyice kaldırıp ona baktım. Çaktırmadan odanın önünden geçiyormuş gibi yapıp, bana elinde tuttuğu bir şeyi gösteriyordu. İyice bakınca, elinde bir CD’nin olduğunu fark ettim. Benim CD’yi gördüğümü anlayınca da başını sallayarak, işaret parmağıyla “1” yaptı.

Bu ne anlama geliyordu?

Kart postal yerine cd mi gelmişti yani?

Bu uzayıp giden sıkıcı toplantının konusu da belli olmuştu. Gazeteye karşı artan tehditler, tam da tahmin ettiğim gibi! Artık daha dikkatli olmamız gerekiyordu. Seçtiğimiz ve yazdığımız konular bundan sonra daha işe yaramaz olmalıydı. Siyaseti biraz sulandırmamız, kulislerdeki magazinsel olayları köpürtmemiz istenmişti. Sonrası bla bla bla işte, anlarsınız. Genel yayın yönetmeni eski gazetecilerdendi, toplantı esnasında gözünü benim üzerimden neredeyse hiç çekmemişti. Ne anlatmak istediğini gayet iyi anlamıştım. Hepimiz konuyu anladığımızı ve yazılarımızda daha dikkatli ve özenli olacağımızı belirterek toplantıdan çıktık.

Benim aklım sadece Mustafa’nın gösterdiği CD’deydi. Koşar adımlarla çalışma odasına girdim. Mustafa her zamanki gibi bilgisayarda oturmuş tıkır tıkır bir şeyler yazıyordu. İçeriye girdiğimde klavyeye son kez tıklattı ve yazısını bitirdi, ayağa kalktı. Masamın üstünde duran CD’yi göstererek, “Bugün kart yok, onun yerine CD gelmiş,” dedi.

Hemen heyecanla CD’yi bilgisayarıma taktım. Heyecan kasırgaları içinde açılmasını bekliyordum fakat CD’deki yazılım farklıydı. Benim bilgisayarımda açılmadı. Mustafa’nın bilgisayarına taktık, onda da açılmadı. İkimizin de bilgisayarında olmayan bir programla yazılmıştı. O saniye sinirden çıldırdığımı hissettim. Ne yapabiliriz, nasıl olur, ne ederiz derken, Mustafa bilgisayar yazılımcısı arkadaşı Uğur’dan bahsetti. Tamam dedim, gidelim verelim şunu, bakalım ne çıkacak?

Akşama sözleştik, Galata’da Uğur denilen adamla buluştuk. Uğur bildiğiniz kafayı sıyırmış bilgisayarcılara benziyordu. İnanılmaz zeki bir adam olduğu belliydi. Gözlerinden elektrik yayılıyordu. Uzun boylu, sıska, uzun dalgalı saçlı, siyah ve kalın çerçeveli gözlükleri, sakallar birbirine girmiş bir çocuktu. Yaşı küçüktü ama bu görüntüsüyle 10 yaş daha yaşlı görünüyordu.  Mustafa konuyu özetle ona açtı. Kanada’dan gelen CD’nin çok önemli olduğunu ve programın mutlaka açılması gerektiğinden falan bahsetti. Uğur bizi böyle James Bond ayarında görünce inceden gülmeye başladı.

“Bu zamanda CD açamamak nedir ya! Şaka mısınız abi siz?” diyerek de hafiften bizi küçümsedi. Neyse ki tamam, ben bu işi çözerim diyerek CD’yi aldı, Galata’nın karanlık sokaklarında kayboldu.

Ondan sonraki günler ve onları da takip eden günler Mustafa’ya ne zaman CD’yi sorsam Uğur’a ulaşamadığını söylüyordu. Bir ara ben de CD’den umudumu kestim, hatta unuttum. İşlerim o kadar yoğundu ki, CD aklıma bile gelmiyordu.

Bir hafta sonu evde tek başıma projeme odaklanmışken, Mustafa’dan telefon geldi. Açtığımda heyecandan ne diyeceğini bilemeyen çocuklar gibi kekeleyerek konuşuyordu.

“Meltem, Uğur’a ulaştım. CD’yi çoktan çözmüş. Onu almaya gidiyorum,” dedi.

Şok oldum. Niye bu zamana kadar ses seda çıkmamıştı? Mustafa bunun cevabını da verdi, çünkü Uğur bir ara yurt dışına çıkmış ve CD’yi bir kenara atmıştı. Geldiğinde aklına gelmiş, açıp bakmıştı. Gördüklerinden sonra da hemen Mustafa’ya ulaşıp haber vermişti. Mustafa’yı bekliyordum. Saat 18.00 olduğunda kapı çaldı.

Elinde CD, bana korku dolu gözlerle bakıyordu. Burnunun dibinde tutmuş, yavaş ve ritmik bir hareketle sallayıp duruyordu.

“Ne oldu, niye öyle bakıyorsun?” dedim.

“Gördüklerine inanamayacaksın, hatta inanmak bir kenara belki de kafayı yiyeceksin,” dedi.
İçeriye daldı. CD’yi bilgisayarıma taktım. Evet, o CD’de binlerce sayfadan oluşan, küçük küçük dosyalar vardı. İçlerinde devlet arşivlerinden alınmış dokümanlar, fotoğraflar, kayıtlar, ıslak imzalı belgelerin görüntüleri ve onlarca video vardı.

Oturup sabaha kadar videoları izledik. Sonra devlet arşivlerinden alınmış evraklara baktık. Gizli belgeler ve şifreli yazışmaların kriptoları...

Okumaya kalksak, hiç yemek yemesek, uyumasak, tuvalete gitmesek 2 haftamızı alırdı. Sabah saatlerinde yorulduk ve uyumaya karar verdik.

Öğlen saatlerinde ikimizde savaştan çıkmış gibi yorgun bir halde uyandık. Kahvaltı yaparken Mustafa tırsmış ama çaktırmıyor ayaklarıyla bir şeyler geveledi.

“Abicim bu işi fazla uzatmayalım lütfen. Bak yönetmen hepimizi uyardı. Sen de tehditler alıyorsun. Bak abicim, bu işler bize göre değil anladın mı? O CD kim tarafından gönderilmiş bunu bile bilmiyoruz. Dünyanın öteki ucundan, fos çıkmış bir adresten bize gelen belgeler bunlar. Kim lan bu?”

Mustafa’nın çok korktuğu belli oluyordu. Aslında haksız da değildi. Gördüklerimiz öyle yenilir yutulur şeyler değildi. Bulaşırsak, kesin beynimizi dağıtırlardı. Hatta bedenimizi atomlarına ayırırlardı. İçime bir karamsarlık çöktü, her şey kötüye gidiyordu. Suratımızdan düşen bin parçaydı. Ona bakarak sadece, “Tamam,” dedim.

Bu riske girmeye değer miydi bilmiyorum ama Mustafa’ya o an tamam dedim.

Ertesi gün öğleden sonra bir iş için İstiklâl Caddesinde arkadaşımla buluştum. Meclisten geçecek bir kanunla ilgili görüşlerini alıyordum. Tam sohbet bitmişti ki, Mustafa’dan telefon geldi.

Beni çok acil ofise çağırıyordu.

“Ne oldu Musti?” dediğimde, “Geldiğinde görürsün,” dedi.

Yine bir şeyler dönüyordu.

Arkadaşımla ayrıldık. O kendi işine, ben de ofise gittim. İçeriye daldığımda Mustafa elinde büyük bir zarf tutuyordu. Masasının üstüne ilişmiş, garip garip bana bakıyordu.

“Yine o!” dedi.

Zarfı elime aldım, evet Kanada’dan geliyordu. Ama bugün ayın biri değildi. İçimde bastıramadığım bir heyecan kasırgası başladı. Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibi oluyordu. İkimiz de korku dolu gözlerle birbirimize baktık. Mustafa, “Aç hadi,” deyince, zarfın kenarını yırttım.

İçinden bir kâğıt çıktı. Kâğıdı açtığımda, yazılan yazının Türkçe olduğunu gördüm. Nefes alamıyordum. Mustafa’ya dönüp, “İyi de hacı, bu yazı Türkçe yazılmış!” diye bağırdım. Sesim odanın içinde yankılanmıştı.

Mustafa ağzı açık şekilde bana yanaşıp omuzumun üstünden yazıya bakmaya başladı. “Nasıl? Emin misin oğlum?”

Evet, tabii ki emindim. Mektupta aynen şunlar yazıyordu.


“22 Şubat’ta saat 14.00 sularında Sarıyer’deydim. İnşallah hâlâ anneme geldiğinde bindiğin dolmuşlara biniyorsundur dedim, ki doğru çıktı. 22 Şubat’ta anneme geleceğini biliyordum. Evet, ben de oradaydım.

CD’yi çözmüşsün, tebrik ederim. Ama üstüne gitmemene şaşırdım. Senden bunu beklemiyordum. O cd seni kurtaracak şeylerle doluydu. Harcadın! En son yazdığım kart postalda “Bu Son” demiştim. Evet, bu son! Seni son kez uyarıyorum Meltem. Treni kaçırdın. Eğer delilleri kullanabilseydin belki bir şansın olurdu. Ama kullanmadığına göre, artık örgütün içine soktuğun muhbiri herkes tanıyacak demektir. Yani deşifre olacaksın! 2 gün sonra çok kötü şeyler olacak. Peşine 3 kişi takacaklar. Sana son kez söylüyorum, “Kaç kurtul!”

Ayrıca, kaldırımın karşısında dururken bana avazın çıktığı kadar bağırdığını duydum, merak etme. Ve lütfen sen de benimkini duy! Kurtul buradan...

Nezeri Emile Polyril (Sezen Özçavuş)”

İçime koskocaman bir fil oturmuştu. Mustafa mektubu elimden sertçe alıp okumaya başladı. O sıralarda beynimde ufak ufak elektriklenmeler oluyordu. Bugün o saatlerde Sarıyer’deydim ve gerçekten Sezen’i gördüğümü düşünmüştüm. Sonra kendi kendime hayal gördüğümü söylemiştim. Oysa öyle değilmiş!

Sanki aklım benimle alay ediyordu. Aylardır bana Kanada’dan kart atan, meğerse Sezen’miş, beş yıldır görüşemediğim canım arkadaşımmış!

Pencerenin kenarındayken bütün yaşadıklarım gözümün önünden bir film şeridi gibi geçip gitti. Sezen’in peşine düştüğüm çeteyi bilmesi ve bana yardım etmesi kolay anlaşılır bir şey değildi. Çünkü bana gönderdiği Kanada’dan gelen mesajlar, onun da bir şekilde bu çetenin içinde olduğunu gösteriyordu. Onun gönderdiği bilgilerle epeyce yol almıştım. Meclisin içindeki örgüt elemanlarına kadar biliyordum. Araştırmalarım sonucunda bazı milletvekillerinin bu örgüte bağlı olduklarını kanıtlayabilirdim. Ayrıca, bahsettiği gibi benim çetenin içinde bir muhbirim de yoktu, bunu da nereden çıkarmıştı?

Saat sabahın 4’ünü gösterirken, buzdolabından limon çıkarıp, su ısıttım. Isınan suya limon atıp tekrar odama girdim. Sonra aklıma bir şey dank etti!

Çetenin içinde tabii ki benim muhbirim yoktu. Ama Sezen kendini feda edip bana muhbirlik yapmıştı. Bahsettiği muhbir kendisiydi. Elbette ya, elbette... Bunca zamandır bana bu mesajları gönderen ve bilgi akışını sağlayan Nezeri Emile diye biri yoktu, o zaten Sezen’di. Ahhhhh be kızım. Eğer iki gün içinde verdiği delilleri kullanmazsam muhbirin deşifre olacak diyordu. Ya ona bir şey yaparlarsa? Sabah erkenden uyanmam ve dinlenmem gerekiyordu.
Bugün çok yoğun ve kaos dolu bir gün olacaktı biliyorum. O yüzden biraz sakinleşmem gerekiyordu. Limonlu suyumu bir dikişte bitirip yastığa başımı koydum. Evet, bugün dananın kuyruğu kopacaktı. Hayatımın en zorlu kararını vereceğim bir gününe başlayacaktım neticede.


Sabah 11.00 gibi uyandım, hemen kalkıp çarçabuk üzerimi giydim. Hava yine yağmurluydu. Bu havada taksi bulmanın ateş böceği bulmak gibi bir şey olduğunu biliyorum ama ısrarla bekledim. Elimde evraklarımın olduğu siyah çanta var. Nihayet köşeden bir taksi bana doğru geliyordu. Durdurup bindim. “Cağaloğlu yokuşu,” dedim. Montumdan akan damlalar koltuğu ıslatırken, ben buğulanan camdan dışarıyı izliyordum.

Ofise adımımı atar atmaz Mustafa ve Eren’i odama çağırdım. Sezen’in “Kaç kurtul” diye ısrarla söylediği şeyi yapmayacağımı onlara söylemem gerekiyordu. Odamın taze kâğıt kokusunu içime çektim. Oturup ikisiyle de aklımdakileri paylaştım. “Ya benimlesiniz ya da ben tekim,” dedim. İkisi de şaşırıp kaldılar. Ne diyeceklerdi ki? Bu işin sonunda ölüm de vardı kahraman olmakta.

Şöyle bir düşündükten sonra ikisi de aynı anda “Varız” dediler. Aklımdakileri, nasıl bir yol izleyeceğimi ikisine de tane tane anlattım. Üçümüz el ele verdik, günün sonuna kadar evrakların çıktılarını alıp, düzenleyerek, dosyalayarak geçirdik. Saat akşam 22 sularında artık bir koli evrak oldu. İşimiz bitince çocuklara bundan sonrasını da anlattım.

“Ben bu evrakları savcılığa teslim edeceğim. Meclisteki milletvekilleriyle, Haznedar Holding, İkbâl Holding ve Samatya Nakliyat’la ilgili de suç duyurusunda bulunacağım. Ayrıca çeteye yardım eden bütün avukatları, polisleri, devlet memurlarını da bildireceğim. Eğer yarın kıyamet koptuğunda hepimiz yaşıyor olursak, burada birer bardak demli çay içeriz. Yok, tam tersi olursa... Hakkınızı helâl edin,” dedim.

Sandalyelerinin üstünde yorgunluktan helak olan Mustafa ve Eren bana acı dolu gözlerle baktılar. “Helâl olsun, sen de helâl et,” deyiverdiler. Birbirimizin yüzüne bakıp acı acı gülümsedik.

Koliyi Eren’in arabasının bagajına koyduk. Üçümüz birlikte İstanbul Başsavcılığına gittik. Kapıya geldiğimizde tekrar helâlleşip, son kez birbirimize sarıldık.

Onlara dönüp, “Bu iş artık adalete kaldı. Ben gidip savcıya ifademi vereceğim. Eğer savcı bu işin ne kadar ciddi olduğunu görüp, işin nerelere ve kimlere varacağından korkmadan dava açarsa, size haber vereceğim. Yarın sabah erken saatlerde kapının önünde olun. Eren, sen kameranla gel. Mustafa sen de fotoğraf makineni unutma. Bu davayı ilk bizim patlatmamız lazım. Unutmayın, bu haber bizim, aylarca peşinde koşup korkusuzca savcıya götüren de biziz. Ben savcılıkta ifade verirken, siz de bu haberi çarşaf çarşaf yayınlatmak için Genel Yayın Yönetmenini mutlaka ayarlayın. Nasıl yaparsınız bilmiyorum ama ikna edin işte, siz bilirsiniz işinizi. Bizi tehdit edenlerden intikamımızı almamızın zamanı geldi. Gazamız mübarek olsun, haydi Allah’a emanet olun.”

Sonra...

Saatlerce hiç dur durak vermeden ifade verdim. Arada tuvalet için ve bir şeyler içmek için molalar alıyorduk. Savcı işin çok ciddi olduğunu, elimdeki belgelerle bahsettiğim kişilerin müebbet bile yatabileceğini söyledi. Sabaha karşı uykusuzluktan bitap düşmüşken, savcının kendi varoluşsal inlemelerini dinledim. Belki bundan sonra o da hayatta kalamayabilirdi. Kendisini boş vermişti, en çok düşündüğü çocuklarıydı. O kadar güçlü ve nüfuzlu insanlarla nasıl mücadele edeceğinin planlarını yapıyordu. Belli ki doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyordu. Savcıyı da cesaretlendirmek bana kalmıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte savcı da aynen benim gibi garip bir cesaretle dolup taşmıştı. Listedeki 50 kişinin ifadesini almak için emniyete çağrılmasını istedi. Diğer suçlular için yakalama kararı çıkardı. Belgelerde isimleri geçen milletvekili, bakan, iş adamı, rektör, hukukçu, yazar kim varsa hepsine göz altı kararı verdi. Sabahın aydınlığının ülkenin gündemine atom bombası gibi düşeceğinden hiç kimsenin haberi bile yoktu.

Bizim çocuklar savcılık kapısında pusuya yatmışlardı. Ben sabahın ilk ışıklarına doğru savcılıktan yorgun argın çıktım. Olan biteni onlarla paylaştım. O saatlerde gözaltı kararları verildi ve ismi geçen herkesin evine polisler gönderildi. Eren ve Mustafa Genel Yayın Yönetmeninden zor bela izin koparmışlar.

Evlerine baskın yapılan herkesi canlı yayınla televizyonlara verdik. Ünlü ünlü kişilerin kafalarından tutulup bastırarak polis aracına sokulma sahneleri hiç kimsenin zihninden silinmeyecekti. Gözaltına alınan rektör, gazeteci, hukukçu, emniyet görevlileri, siyasetçi, tarikat üyeleri şok geçiriyordu. TV’den bu görüntüleri izlerken, hepsinin gözlerinin içine baktım. Göz bebekleri korku, endişe ve bilinmezlik haykırıyordu. Gazetemizde çarşaf çarşaf çeteyle ilgili dokümanlar yayınlanmaya başladı. Gözaltılar başladıkça ülkede şok dalgaları yaşanıyordu. Halk yıllarca güvendiği insanların hain çıktığını öğrendikçe kahroluyordu. Milleti uzun yıllar uyutan çete, din, iman diyerek halktan para toplayıp ceplerine indirmişti. Fabrikalar kurulmuş, gemiler alınmış, kirli işlerin içine girilmişti. Uyuşturucu kaçakçılığı, ülkenin yeraltı zenginliklerine çökme, ülkenin en değerli arazilerini parselleyip üç kuruşa üstüne yatma, devletin bütün ihalelerine girip beş liralık işi 500 liraya yapma, dolandırıcılık, hırsızlık, talan, adam öldürme… Ne ararsan vardı.

Milletin gözünde saygınlık kazanan şarlatanlar tek tek yakalandı. Koskoca ülkede içinden çıkılmaz bir kaos yaşanıyordu. Devleti yönetenlerden habersiz olmayacağı belli olan bu iğrençlikler, onlara dokunamıyordu ama en önemli sac ayakları içeri alınıyordu. Kendilerine duayen diyen gazeteciler yerlerinde hop oturup hop kalktılar. Bu dosyayı benim gibi yeni yetmenin nasıl ortaya çıkardığına akıl sır erdiremiyorlardı. Bütün ulusal kanallarda kelli felli insanlar birbirine girmiş kavga ediyorlardı. Her yer toz duman olmuştu. İnsanlarda güven denilen duygu yerle bir oldu. Bu sırada ben, Mustafa ve Eren akşam saatlerinde ofisimizde demli çaylarımızı yudumluyorduk.

Bir ara telefonum çaldı. Sezen’in annesi Meriç Hanım’dı. Sessizce onu dinledim. Sesi çok iyi geliyordu. Olaylardan üstü kapalı bahsettikten sonra;

“Sezen burada, artık Türkiye’de kalacak. Haberin olsun yavrum,” dedi.

Artık gülümsemeye başladım. Çetenin içindeki “muhbirim” de yaşadığına göre, bugün başımı yastığa rahatça koyabilirim.

90'ların en çok izlediğim yabancı dizileri

İlkokula giderken TRT’de yayınlanan diziler vardı. Okuldan eve gelir gelmez hemen derslerimi yapar dizilerin başlamasını dört gözle bekler...