9 Kasım 2019 Cumartesi

Uykunda Bile Dinlemelisin

Uykunda Bile Dinlemelisin





Gecenin ilerleyen saatlerinde aniden uyanıverdim. Gözlerim karanlığın içinden hiçbir şeyi seçemiyordu. Saniyeler ilerledikçe, terden sırılsıklam olan yastığımdan doğrulup, açık unuttuğum penceremden dışarı bakmak istedim.

Gözüme yatmadan önce gardolabın kapısına astığım ve yağmurdan ıslanan montum ilişti. Yataktan ağır ağır kalkarken hafifçe montuma doğru uzandım. Hâlâ ıslaktı. Karanlığın içinde, bir müddet elimle montun cebine koyduğum sigaramı aradım. Elime çakmak, cep telefonu ilişti ama sonra sigara içmekten vazgeçtim.

Mont hâlâ ıslaktı. Camdan içeriye buram buram toprak kokuları yayılıyordu. Perde, açık kalan camdan esen rüzgarla dalgalanıyordu. Perdeyi kaldırıp, başımı dışarıya uzattım. Gecenin kör karanlığında usulca çiseleyen yağmur devam ediyordu. İkindi saatlerinde başlayan o çılgınca bardaktan boşanırcasına yağan yağmur gitmiş, yerine uslu bir çocuk gelmişti. Pencereden bakınca, uzaktan gördüğüm TEM otoyolundan geçen tek tük otomobillerin dışında, hiçbir canlının dışarıda olmadığını, yıldızların, berrak ve temiz havada ışıl ışıl olduğunu, evimin karşısındaki devasa plazaların bile ışıklarının söndüğünü gördüm.

Saatler öncesine gidip, yağmurun ilk başladığı saate odaklandı aklım. Saat 14:00 sularıydı. İnanılmaz bir yağmur başladı, her geçen saniye şiddetlenmişti. O gün hava çok güzel olduğu için, yanıma şemsiye almamıştım. Sadece montumun kapüşonunu kapatmakla yetinmiştim. Sarıyer’de dolmuşun gelmesini bekliyordum.

Bir anda hayalle karışık bir şey gördüğümü düşünmeye başladım. Dolmuş beklediğim kaldırımın karşısında birini fark ettim. Elleri ceplerinde duran bir kadındı. Bana dikkatlice bakıp arabaların geldiği yöne doğru bakışlarını kaçırıyordu. Daha dikkatlice bakınca, bu kadının lise arkadaşım Sezen olduğunu anladım. Gözlerime inanamamıştım. Ya hayal görüyordum ya da geçekti ama kesinlikle Sezen’di o!

Yağmur dakikalar içinde şiddetini arttırdı. Ellerini cebinden çıkarmadan arada bana bakışlar fırlatan Sezen’e bağırmaya başladım. İlkinde duymadı. Bu sefer avazım çıktığı kadar “Sezeeeen, Sezeeeennn!” diye haykırdım. Arabaların çamurları sıçratarak geçip gitmesinden, yağmurun olduğundan fazla hiddetli olmasından Sezen çığlıklarımı duymadı bile. Önümde duran sarı dolmuşa bakarken, bir iki adım çekilip kapıya yöneldiğimde, kafamla Sezen olup olmadığını kestiremediğim kadının nerede olduğuna baktım. Yok, Sezen gitmişti!

Evet, Sezen benim liseden arkadaşımdı. En iyi, en yakın dostumdu. Liseden mezun olduktan sonra ikimizin de hayatı tabii ki değişti. Ailesi zengindi Sezen’in. Üniversiteyi okuması için onu İngiltere’ye gönderdiler. Ben İstanbul Üniversitesi Gazetecilik bölümünü kazandım. O İngiltere’ye ailesinin istediği hukuk bölümünü okumaya gitti. Yurt dışına gittikten sonra sık sık telefonla görüştük. Arada ailesini ziyarete geldiğinde de bir iki saat bir yerlerde oturup sanki hiç ayrılmamışız gibi sohbetler ediyorduk. Bana İngiltere’den her telefon açtığında hıçkırarak ağlıyordu. İstemediği bir bölümde okuduğu için babasına veryansın ediyordu. Ne zaman onunla konuşsam, her geçen gün sinirlerinin biraz daha yıprandığını hissediyordum. “Şu lanet olası memlekette benim ne işim var? Ben de gazeteci olmak istiyorum,” der, Amerika’ya yerleşmek istediğinden bahsederdi.

Onunla en son görüştüğümde, artık dayanamadığını ve Amerika’ya gitmek için girişimler başlattığını söyledi. Yüz yüze görüşmeyeli tam tamına beş yıl oldu. Amerika’ya gitti. Gittiğinden ailesinin haberi yoktu. Annesi Meriç Hanım’la konuştuğumda, kızının hâlâ İngiltere’de olduğundan bahsediyordu.

Sezen beni aramıyordu. Ben onu ne zaman arasam, telefonu çalmıyordu. Belli ki telefon numarasını değiştirmişti. Yaşadığından emin değildim.

Yıllar sonra üniversiteden dereceyle mezun oldum. Türkiye’nin en büyük, en çok satan gazetesinde iş bulup çalışmaya başladım. İlk işim adli gazetecilikti. İşimi severek yapıyordum. Her gün adliyelere gidiyor, pusuya yatıyor, adliyelerden çıkacak enteresan, ilgi çekici, hayret verici, dehşet dolu haberler çıkarmanın peşine düşmüştüm.

Günlerim böyle geçiyordu. Bir sene sonra ailemden ayrılıp, kendi evime taşındım. Sezen’in hayatından şüphe duyduğum için annesiyle görüşmeye karar verdim.

Zaman zaman, boş olduğum günlerde Meriç Hanım’la görüşmeye giderdim. Onunla yaptığımız sohbetlerden anladığım kadarıyla, Sezen’in Amerika’da yaşadığını ve orada kendine bir hayat kurduğunu sonunda öğrenmişti. Sezen’in yaşadığını biliyordum artık. Arada Meriç Hanım’la telefonla görüşmeye başladık. Bana Sezen’in aradığını ve durumunun çok iyi olduğunu söylerdi.

Bu süreçte Sezen bana hiç selam göndermiyordu. Dikkatimi çeken ilk şey bu olmuştu. Aslında biz insanlar iş hayatının gizli çarklarının içine daldığımızda, bazı duygularımızı arka plana atıyoruz. O çarklar bizi öylesine kevgire çeviriyor ki, bazı değerlerimizi unutuyoruz. Bir arkadaş, bir dost, ya da aile bize çok uzaktan el sallayan biblolarmış gibi geliyor. Oysa yalnızlıklarımızın içinde kıvranıp duruyoruz.

Zaman ilerledikçe, gazete beni adli muhabirlikten alıp, bir köşe verdi. Gazetede köşe yazmam benim en büyük hayalimdi. Gazetecilerin Nirvana’sıdır orası. Her gün yeni yeni şeyler yazarsın, okuyucu kitlen olur. Sana her gün binlerce mail gelir. Bazıları anana babana, sülalene söver. Bazıları da aynen senin gibi düşünüyorum der. Benim yazdığım konular genelde siyasetçilerin pislikleri üzerine olurdu. Yalnız bu konu çok hassas bir konu olduğu için ve hassaslığının farkında olduğum için, yazım üslubumu ona göre ayarlıyordum. Bolca kinayeler, mecazi anlamlar, gerçek kişileri hayali kişilere çevirip anlatmalar, arada espriler katarak birilerini anlatmaya çalışıyordum.

Doğrusu, ülkemizde normal zekâ seviyesine sahip olan herkesin anlayabileceği türden şeylerdi. Yani benim yazılarımı okuyan en saftirik vatandaş bile, o yolsuzluğun ya da hırsızlığın kim ya da kimler tarafından yapıldığını şıp diye anlayabilirdi.

Bolca küfür dolu, hakaret ve tehdit dolu mailler ve telefonlar alıyordum. Umurumda bile değildi. Adli muhabirlikten geldiğim için, bu tehditlerden nasıl korunacağımı çok iyi biliyordum. Ama gazete yaptığı tirajları düşünerek mi, yoksa gerçekten benim hayatımdan endişelendiği için mi bilmem yanıma bir koruma bile verdi. İşte tam da böylesi bir dönemde, bana Kanada’dan sürekli ayın birinci günü kart postallar gelmeye başladı. Bana kart postal gönderen kişinin adı “Nezeri Emile Polyrill” isimli bir kadındı. Kadın olduğunu bana yazdığı şeylerden anladım.

Yazdığı şeyler İngilizceydi. İngilizcemin çok iyi olduğunu bilen birisiydi. Gönderilen adres Oktava şehrinde bir kasabaydı. Bana sürekli bir hikâyeden bahsediyor ve hikâyenin içinde kendisinin de olduğunu, benim de bu hikâyede baş kahraman olduğumu, başımın ileride belaya gireceğini, bana komplo kurulacağını, kurulan bu komployu kimsenin çözemeyeceğini ve en sonunda da benim infaz edileceğimi söylüyordu. Beni bir çeteyi araştırmaya ve onların çevirdikleri dolapları çözmeye itiyordu. Tam Hollywood senaryoları gibiydi.

Tabii ki ilk yazılanlara pek itibar etmedim. Gelen kartlarda hep soğuk Kanada’nın mükemmel manzaraları vardı. Buz tutmuş göller, kar yağmış dağlar, sık ormanların karla kaplı yamaçları falan. Ama arkasındaki yazılar da bir o kadar korkunç ve soğuktu.

Düşünmeye başladım. Neden her ayın birinci günü bu kartlar bana geliyordu? Kanada’da hiç tanıdığım biri de yoktu. Benim yazdığım şeyler birilerini rahatsız etmiş olsa, neden oradan bana böyle garip mesajlar gönderilmek istensin ki? Bizim ülkede böyle garip korku filmi tadında hareket eden kimse olmamıştır.

Sonunda kartların geldiği adresi araştırmaya karar verdim. Yanımda benimle çalışan, adliyelerde birlikte koşturduğum en yakın muhabir arkadaşım Mustafa’yla birlikte tıpkı bir dedektif gibi çalıştık. Sonuç mu, sıfır! Kartların geldiği adres fos çıktı. Ufak bir umutsuzluk kapladı ikimizi de. Bir ara bu mevzuyu unutup işlerime odaklandım.

Ama ayın birinde bana gelecek kartı da merakla bekliyordum. Ayın birine bir gün vardı. O gün gazetede kendi büromda olmam gerekiyordu. Çok önemli bir toplantı olacaktı. Genel yayın yönetmenimiz bütün köşe yazarlarını toplayıp, ülkenin geçtiği zor şartlar konusunda hepimize ayar çekecekti sanırım. Gazetenin kulislerinde dönen dedikodulardan bazı sivri gazetecilerin işine son verilebileceğinden bile bahsediyorlardı. Tabii ki bunların en başında da ben geliyordum.

Ayın biri oldu. Saat tam 10:00’da büyük toplantı odasında herkes meraklı gözlerle Genel Yayın Yönetmenimizin gelmesini bekliyordu. Kimseden çıt çıkmıyor, bazıları önündeki kâğıt parçalarına garip garip şekiller çiziyor, karalamalar yapıyor, bazıları savunma tezi yazıyor, bazıları da benim gibi ne olacaksa olsun havasında ellerini göğsünde birleştirip olacakları bekliyordu. Tam o sırada genel yayın yönetmeni içeriye girdi. Bazıları ayağa kalktı, bazıları (bizden yaşça büyük olanlar) başlarıyla selam verdiler. Ben de hafiften ayağa kalkma hareketi yaptım ama hemen yerime çöreklendim.

Yönetmenin elinde bir dosya vardı. Önce hepimize soğuk bir bakış attı, yerine çöktü ve toplantıya başladı. O konuşurken, toplantı odasının camekânlı bölümünden birinin geçtiğini fark ettim. Bu bizim Mustafa’ydı. Kafamı iyice kaldırıp ona baktım. Çaktırmadan odanın önünden geçiyormuş gibi yapıp, bana elinde tuttuğu bir şeyi gösteriyordu. İyice bakınca, elinde bir CD’nin olduğunu fark ettim. Benim CD’yi gördüğümü anlayınca da başını sallayarak, işaret parmağıyla “1” yaptı.

Bu ne anlama geliyordu?

Kart postal yerine cd mi gelmişti yani?

Bu uzayıp giden sıkıcı toplantının konusu da belli olmuştu. Gazeteye karşı artan tehditler, tam da tahmin ettiğim gibi! Artık daha dikkatli olmamız gerekiyordu. Seçtiğimiz ve yazdığımız konular bundan sonra daha işe yaramaz olmalıydı. Siyaseti biraz sulandırmamız, kulislerdeki magazinsel olayları köpürtmemiz istenmişti. Sonrası bla bla bla işte, anlarsınız. Genel yayın yönetmeni eski gazetecilerdendi, toplantı esnasında gözünü benim üzerimden neredeyse hiç çekmemişti. Ne anlatmak istediğini gayet iyi anlamıştım. Hepimiz konuyu anladığımızı ve yazılarımızda daha dikkatli ve özenli olacağımızı belirterek toplantıdan çıktık.

Benim aklım sadece Mustafa’nın gösterdiği CD’deydi. Koşar adımlarla çalışma odasına girdim. Mustafa her zamanki gibi bilgisayarda oturmuş tıkır tıkır bir şeyler yazıyordu. İçeriye girdiğimde klavyeye son kez tıklattı ve yazısını bitirdi, ayağa kalktı. Masamın üstünde duran CD’yi göstererek, “Bugün kart yok, onun yerine CD gelmiş,” dedi.

Hemen heyecanla CD’yi bilgisayarıma taktım. Heyecan kasırgaları içinde açılmasını bekliyordum fakat CD’deki yazılım farklıydı. Benim bilgisayarımda açılmadı. Mustafa’nın bilgisayarına taktık, onda da açılmadı. İkimizin de bilgisayarında olmayan bir programla yazılmıştı. O saniye sinirden çıldırdığımı hissettim. Ne yapabiliriz, nasıl olur, ne ederiz derken, Mustafa bilgisayar yazılımcısı arkadaşı Uğur’dan bahsetti. Tamam dedim, gidelim verelim şunu, bakalım ne çıkacak?

Akşama sözleştik, Galata’da Uğur denilen adamla buluştuk. Uğur bildiğiniz kafayı sıyırmış bilgisayarcılara benziyordu. İnanılmaz zeki bir adam olduğu belliydi. Gözlerinden elektrik yayılıyordu. Uzun boylu, sıska, uzun dalgalı saçlı, siyah ve kalın çerçeveli gözlükleri, sakallar birbirine girmiş bir çocuktu. Yaşı küçüktü ama bu görüntüsüyle 10 yaş daha yaşlı görünüyordu.  Mustafa konuyu özetle ona açtı. Kanada’dan gelen CD’nin çok önemli olduğunu ve programın mutlaka açılması gerektiğinden falan bahsetti. Uğur bizi böyle James Bond ayarında görünce inceden gülmeye başladı.

“Bu zamanda CD açamamak nedir ya! Şaka mısınız abi siz?” diyerek de hafiften bizi küçümsedi. Neyse ki tamam, ben bu işi çözerim diyerek CD’yi aldı, Galata’nın karanlık sokaklarında kayboldu.

Ondan sonraki günler ve onları da takip eden günler Mustafa’ya ne zaman CD’yi sorsam Uğur’a ulaşamadığını söylüyordu. Bir ara ben de CD’den umudumu kestim, hatta unuttum. İşlerim o kadar yoğundu ki, CD aklıma bile gelmiyordu.

Bir hafta sonu evde tek başıma projeme odaklanmışken, Mustafa’dan telefon geldi. Açtığımda heyecandan ne diyeceğini bilemeyen çocuklar gibi kekeleyerek konuşuyordu.

“Meltem, Uğur’a ulaştım. CD’yi çoktan çözmüş. Onu almaya gidiyorum,” dedi.

Şok oldum. Niye bu zamana kadar ses seda çıkmamıştı? Mustafa bunun cevabını da verdi, çünkü Uğur bir ara yurt dışına çıkmış ve CD’yi bir kenara atmıştı. Geldiğinde aklına gelmiş, açıp bakmıştı. Gördüklerinden sonra da hemen Mustafa’ya ulaşıp haber vermişti. Mustafa’yı bekliyordum. Saat 18.00 olduğunda kapı çaldı.

Elinde CD, bana korku dolu gözlerle bakıyordu. Burnunun dibinde tutmuş, yavaş ve ritmik bir hareketle sallayıp duruyordu.

“Ne oldu, niye öyle bakıyorsun?” dedim.

“Gördüklerine inanamayacaksın, hatta inanmak bir kenara belki de kafayı yiyeceksin,” dedi.
İçeriye daldı. CD’yi bilgisayarıma taktım. Evet, o CD’de binlerce sayfadan oluşan, küçük küçük dosyalar vardı. İçlerinde devlet arşivlerinden alınmış dokümanlar, fotoğraflar, kayıtlar, ıslak imzalı belgelerin görüntüleri ve onlarca video vardı.

Oturup sabaha kadar videoları izledik. Sonra devlet arşivlerinden alınmış evraklara baktık. Gizli belgeler ve şifreli yazışmaların kriptoları...

Okumaya kalksak, hiç yemek yemesek, uyumasak, tuvalete gitmesek 2 haftamızı alırdı. Sabah saatlerinde yorulduk ve uyumaya karar verdik.

Öğlen saatlerinde ikimizde savaştan çıkmış gibi yorgun bir halde uyandık. Kahvaltı yaparken Mustafa tırsmış ama çaktırmıyor ayaklarıyla bir şeyler geveledi.

“Abicim bu işi fazla uzatmayalım lütfen. Bak yönetmen hepimizi uyardı. Sen de tehditler alıyorsun. Bak abicim, bu işler bize göre değil anladın mı? O CD kim tarafından gönderilmiş bunu bile bilmiyoruz. Dünyanın öteki ucundan, fos çıkmış bir adresten bize gelen belgeler bunlar. Kim lan bu?”

Mustafa’nın çok korktuğu belli oluyordu. Aslında haksız da değildi. Gördüklerimiz öyle yenilir yutulur şeyler değildi. Bulaşırsak, kesin beynimizi dağıtırlardı. Hatta bedenimizi atomlarına ayırırlardı. İçime bir karamsarlık çöktü, her şey kötüye gidiyordu. Suratımızdan düşen bin parçaydı. Ona bakarak sadece, “Tamam,” dedim.

Bu riske girmeye değer miydi bilmiyorum ama Mustafa’ya o an tamam dedim.

Ertesi gün öğleden sonra bir iş için İstiklâl Caddesinde arkadaşımla buluştum. Meclisten geçecek bir kanunla ilgili görüşlerini alıyordum. Tam sohbet bitmişti ki, Mustafa’dan telefon geldi.

Beni çok acil ofise çağırıyordu.

“Ne oldu Musti?” dediğimde, “Geldiğinde görürsün,” dedi.

Yine bir şeyler dönüyordu.

Arkadaşımla ayrıldık. O kendi işine, ben de ofise gittim. İçeriye daldığımda Mustafa elinde büyük bir zarf tutuyordu. Masasının üstüne ilişmiş, garip garip bana bakıyordu.

“Yine o!” dedi.

Zarfı elime aldım, evet Kanada’dan geliyordu. Ama bugün ayın biri değildi. İçimde bastıramadığım bir heyecan kasırgası başladı. Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibi oluyordu. İkimiz de korku dolu gözlerle birbirimize baktık. Mustafa, “Aç hadi,” deyince, zarfın kenarını yırttım.

İçinden bir kâğıt çıktı. Kâğıdı açtığımda, yazılan yazının Türkçe olduğunu gördüm. Nefes alamıyordum. Mustafa’ya dönüp, “İyi de hacı, bu yazı Türkçe yazılmış!” diye bağırdım. Sesim odanın içinde yankılanmıştı.

Mustafa ağzı açık şekilde bana yanaşıp omuzumun üstünden yazıya bakmaya başladı. “Nasıl? Emin misin oğlum?”

Evet, tabii ki emindim. Mektupta aynen şunlar yazıyordu.


“22 Şubat’ta saat 14.00 sularında Sarıyer’deydim. İnşallah hâlâ anneme geldiğinde bindiğin dolmuşlara biniyorsundur dedim, ki doğru çıktı. 22 Şubat’ta anneme geleceğini biliyordum. Evet, ben de oradaydım.

CD’yi çözmüşsün, tebrik ederim. Ama üstüne gitmemene şaşırdım. Senden bunu beklemiyordum. O cd seni kurtaracak şeylerle doluydu. Harcadın! En son yazdığım kart postalda “Bu Son” demiştim. Evet, bu son! Seni son kez uyarıyorum Meltem. Treni kaçırdın. Eğer delilleri kullanabilseydin belki bir şansın olurdu. Ama kullanmadığına göre, artık örgütün içine soktuğun muhbiri herkes tanıyacak demektir. Yani deşifre olacaksın! 2 gün sonra çok kötü şeyler olacak. Peşine 3 kişi takacaklar. Sana son kez söylüyorum, “Kaç kurtul!”

Ayrıca, kaldırımın karşısında dururken bana avazın çıktığı kadar bağırdığını duydum, merak etme. Ve lütfen sen de benimkini duy! Kurtul buradan...

Nezeri Emile Polyril (Sezen Özçavuş)”

İçime koskocaman bir fil oturmuştu. Mustafa mektubu elimden sertçe alıp okumaya başladı. O sıralarda beynimde ufak ufak elektriklenmeler oluyordu. Bugün o saatlerde Sarıyer’deydim ve gerçekten Sezen’i gördüğümü düşünmüştüm. Sonra kendi kendime hayal gördüğümü söylemiştim. Oysa öyle değilmiş!

Sanki aklım benimle alay ediyordu. Aylardır bana Kanada’dan kart atan, meğerse Sezen’miş, beş yıldır görüşemediğim canım arkadaşımmış!

Pencerenin kenarındayken bütün yaşadıklarım gözümün önünden bir film şeridi gibi geçip gitti. Sezen’in peşine düştüğüm çeteyi bilmesi ve bana yardım etmesi kolay anlaşılır bir şey değildi. Çünkü bana gönderdiği Kanada’dan gelen mesajlar, onun da bir şekilde bu çetenin içinde olduğunu gösteriyordu. Onun gönderdiği bilgilerle epeyce yol almıştım. Meclisin içindeki örgüt elemanlarına kadar biliyordum. Araştırmalarım sonucunda bazı milletvekillerinin bu örgüte bağlı olduklarını kanıtlayabilirdim. Ayrıca, bahsettiği gibi benim çetenin içinde bir muhbirim de yoktu, bunu da nereden çıkarmıştı?

Saat sabahın 4’ünü gösterirken, buzdolabından limon çıkarıp, su ısıttım. Isınan suya limon atıp tekrar odama girdim. Sonra aklıma bir şey dank etti!

Çetenin içinde tabii ki benim muhbirim yoktu. Ama Sezen kendini feda edip bana muhbirlik yapmıştı. Bahsettiği muhbir kendisiydi. Elbette ya, elbette... Bunca zamandır bana bu mesajları gönderen ve bilgi akışını sağlayan Nezeri Emile diye biri yoktu, o zaten Sezen’di. Ahhhhh be kızım. Eğer iki gün içinde verdiği delilleri kullanmazsam muhbirin deşifre olacak diyordu. Ya ona bir şey yaparlarsa? Sabah erkenden uyanmam ve dinlenmem gerekiyordu.
Bugün çok yoğun ve kaos dolu bir gün olacaktı biliyorum. O yüzden biraz sakinleşmem gerekiyordu. Limonlu suyumu bir dikişte bitirip yastığa başımı koydum. Evet, bugün dananın kuyruğu kopacaktı. Hayatımın en zorlu kararını vereceğim bir gününe başlayacaktım neticede.


Sabah 11.00 gibi uyandım, hemen kalkıp çarçabuk üzerimi giydim. Hava yine yağmurluydu. Bu havada taksi bulmanın ateş böceği bulmak gibi bir şey olduğunu biliyorum ama ısrarla bekledim. Elimde evraklarımın olduğu siyah çanta var. Nihayet köşeden bir taksi bana doğru geliyordu. Durdurup bindim. “Cağaloğlu yokuşu,” dedim. Montumdan akan damlalar koltuğu ıslatırken, ben buğulanan camdan dışarıyı izliyordum.

Ofise adımımı atar atmaz Mustafa ve Eren’i odama çağırdım. Sezen’in “Kaç kurtul” diye ısrarla söylediği şeyi yapmayacağımı onlara söylemem gerekiyordu. Odamın taze kâğıt kokusunu içime çektim. Oturup ikisiyle de aklımdakileri paylaştım. “Ya benimlesiniz ya da ben tekim,” dedim. İkisi de şaşırıp kaldılar. Ne diyeceklerdi ki? Bu işin sonunda ölüm de vardı kahraman olmakta.

Şöyle bir düşündükten sonra ikisi de aynı anda “Varız” dediler. Aklımdakileri, nasıl bir yol izleyeceğimi ikisine de tane tane anlattım. Üçümüz el ele verdik, günün sonuna kadar evrakların çıktılarını alıp, düzenleyerek, dosyalayarak geçirdik. Saat akşam 22 sularında artık bir koli evrak oldu. İşimiz bitince çocuklara bundan sonrasını da anlattım.

“Ben bu evrakları savcılığa teslim edeceğim. Meclisteki milletvekilleriyle, Haznedar Holding, İkbâl Holding ve Samatya Nakliyat’la ilgili de suç duyurusunda bulunacağım. Ayrıca çeteye yardım eden bütün avukatları, polisleri, devlet memurlarını da bildireceğim. Eğer yarın kıyamet koptuğunda hepimiz yaşıyor olursak, burada birer bardak demli çay içeriz. Yok, tam tersi olursa... Hakkınızı helâl edin,” dedim.

Sandalyelerinin üstünde yorgunluktan helak olan Mustafa ve Eren bana acı dolu gözlerle baktılar. “Helâl olsun, sen de helâl et,” deyiverdiler. Birbirimizin yüzüne bakıp acı acı gülümsedik.

Koliyi Eren’in arabasının bagajına koyduk. Üçümüz birlikte İstanbul Başsavcılığına gittik. Kapıya geldiğimizde tekrar helâlleşip, son kez birbirimize sarıldık.

Onlara dönüp, “Bu iş artık adalete kaldı. Ben gidip savcıya ifademi vereceğim. Eğer savcı bu işin ne kadar ciddi olduğunu görüp, işin nerelere ve kimlere varacağından korkmadan dava açarsa, size haber vereceğim. Yarın sabah erken saatlerde kapının önünde olun. Eren, sen kameranla gel. Mustafa sen de fotoğraf makineni unutma. Bu davayı ilk bizim patlatmamız lazım. Unutmayın, bu haber bizim, aylarca peşinde koşup korkusuzca savcıya götüren de biziz. Ben savcılıkta ifade verirken, siz de bu haberi çarşaf çarşaf yayınlatmak için Genel Yayın Yönetmenini mutlaka ayarlayın. Nasıl yaparsınız bilmiyorum ama ikna edin işte, siz bilirsiniz işinizi. Bizi tehdit edenlerden intikamımızı almamızın zamanı geldi. Gazamız mübarek olsun, haydi Allah’a emanet olun.”

Sonra...

Saatlerce hiç dur durak vermeden ifade verdim. Arada tuvalet için ve bir şeyler içmek için molalar alıyorduk. Savcı işin çok ciddi olduğunu, elimdeki belgelerle bahsettiğim kişilerin müebbet bile yatabileceğini söyledi. Sabaha karşı uykusuzluktan bitap düşmüşken, savcının kendi varoluşsal inlemelerini dinledim. Belki bundan sonra o da hayatta kalamayabilirdi. Kendisini boş vermişti, en çok düşündüğü çocuklarıydı. O kadar güçlü ve nüfuzlu insanlarla nasıl mücadele edeceğinin planlarını yapıyordu. Belli ki doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyordu. Savcıyı da cesaretlendirmek bana kalmıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte savcı da aynen benim gibi garip bir cesaretle dolup taşmıştı. Listedeki 50 kişinin ifadesini almak için emniyete çağrılmasını istedi. Diğer suçlular için yakalama kararı çıkardı. Belgelerde isimleri geçen milletvekili, bakan, iş adamı, rektör, hukukçu, yazar kim varsa hepsine göz altı kararı verdi. Sabahın aydınlığının ülkenin gündemine atom bombası gibi düşeceğinden hiç kimsenin haberi bile yoktu.

Bizim çocuklar savcılık kapısında pusuya yatmışlardı. Ben sabahın ilk ışıklarına doğru savcılıktan yorgun argın çıktım. Olan biteni onlarla paylaştım. O saatlerde gözaltı kararları verildi ve ismi geçen herkesin evine polisler gönderildi. Eren ve Mustafa Genel Yayın Yönetmeninden zor bela izin koparmışlar.

Evlerine baskın yapılan herkesi canlı yayınla televizyonlara verdik. Ünlü ünlü kişilerin kafalarından tutulup bastırarak polis aracına sokulma sahneleri hiç kimsenin zihninden silinmeyecekti. Gözaltına alınan rektör, gazeteci, hukukçu, emniyet görevlileri, siyasetçi, tarikat üyeleri şok geçiriyordu. TV’den bu görüntüleri izlerken, hepsinin gözlerinin içine baktım. Göz bebekleri korku, endişe ve bilinmezlik haykırıyordu. Gazetemizde çarşaf çarşaf çeteyle ilgili dokümanlar yayınlanmaya başladı. Gözaltılar başladıkça ülkede şok dalgaları yaşanıyordu. Halk yıllarca güvendiği insanların hain çıktığını öğrendikçe kahroluyordu. Milleti uzun yıllar uyutan çete, din, iman diyerek halktan para toplayıp ceplerine indirmişti. Fabrikalar kurulmuş, gemiler alınmış, kirli işlerin içine girilmişti. Uyuşturucu kaçakçılığı, ülkenin yeraltı zenginliklerine çökme, ülkenin en değerli arazilerini parselleyip üç kuruşa üstüne yatma, devletin bütün ihalelerine girip beş liralık işi 500 liraya yapma, dolandırıcılık, hırsızlık, talan, adam öldürme… Ne ararsan vardı.

Milletin gözünde saygınlık kazanan şarlatanlar tek tek yakalandı. Koskoca ülkede içinden çıkılmaz bir kaos yaşanıyordu. Devleti yönetenlerden habersiz olmayacağı belli olan bu iğrençlikler, onlara dokunamıyordu ama en önemli sac ayakları içeri alınıyordu. Kendilerine duayen diyen gazeteciler yerlerinde hop oturup hop kalktılar. Bu dosyayı benim gibi yeni yetmenin nasıl ortaya çıkardığına akıl sır erdiremiyorlardı. Bütün ulusal kanallarda kelli felli insanlar birbirine girmiş kavga ediyorlardı. Her yer toz duman olmuştu. İnsanlarda güven denilen duygu yerle bir oldu. Bu sırada ben, Mustafa ve Eren akşam saatlerinde ofisimizde demli çaylarımızı yudumluyorduk.

Bir ara telefonum çaldı. Sezen’in annesi Meriç Hanım’dı. Sessizce onu dinledim. Sesi çok iyi geliyordu. Olaylardan üstü kapalı bahsettikten sonra;

“Sezen burada, artık Türkiye’de kalacak. Haberin olsun yavrum,” dedi.

Artık gülümsemeye başladım. Çetenin içindeki “muhbirim” de yaşadığına göre, bugün başımı yastığa rahatça koyabilirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

90'ların en çok izlediğim yabancı dizileri

İlkokula giderken TRT’de yayınlanan diziler vardı. Okuldan eve gelir gelmez hemen derslerimi yapar dizilerin başlamasını dört gözle bekler...