28 Ekim 2019 Pazartesi

Ahit Sandığı Gerçekleri


Eminim çoğunuz günlük yaşantınızda internette aramalar yaparken, youtube kanalında videolarda, tv ekranlarındaki tartışma programlarında, gittiğiniz kitapçılarda muhakkak görmüş, duymuş ya da merak etmişsinizdir. Bilhassa ezoterik bilgileri merak edenleriniz bu konuyu bir şekilde didiklemiştir. Bu iki kelime ortaya çıktığında nedense insanlarda ya bıkkınlık (aşırı duymaktan) ya da merak uyandırıyor. Çünkü son zamanlarda bu iki kelime sürekli dile getirilir oldu. Hangi iki kelimeden mi bahsediyorum? Ahit Sandığı tabii ki…

Ne olduğuyla ilgili birçok kişi fikirler öne sürüyor, çıkarımlar, hipotezler ortaya atıyor. İnsan düşünmeden edemiyor. Durup dururken ahit sandığıyla ilgili bu kadar program, konuşma ya da yazı neden yapılıyor? Bu “şeyi” gören olmadığı için benim ve birçok insana göre hayali bir şeymiş gibi geliyor. Yahudilerin tarihini inceleyen, merak eden herkes muhakkak Ahit Sandığı’nı duymuş ya da okumuşlardır. Çünkü anlattıkları bütün din hikâyesinin ana karakteri aslına bakarsanız odur. Musa’nın halkıyla birlikte Mısır’dan kaçması, 40 sene çölde kalmaları, orada yaşadıkları maceralar, Hz. Harun, Hz. Süleyman, Hz. Davud ve diğer tüm anlatılarda ille de ahit sandığı geçer. Fakat anlatılan hikâyelerin gerçek olup olmadığıyla ilgili hiç kimsenin bir fikri yoktur. Kutsal olarak addettikleri kitaplarda yazan anlatılarda ahit sandığının olduğunu iddia ederler. Çünkü “inanırlar” inandıkları için de sorgulamazlar. Ne olduğunu asla görmedikleri ama var olduğuna inandıkları bir nesneye iman ederler. M.Ö 587 yılından beri kayıp olduğunu iddia ederler. Yaklaşık 2500 yıldır yok olan bir şeyin bir gün Mehdi tarafından bulunacağına, mehdinin gelip dünyayı kurtaracağına iman ederler.

Peki, nedir bu ahit sandığı? Ne zaman kaybolmuştur? Şu anda nerededir? Neden uzun yıllar boyunca Yahudiler tarafından aranmaktadır? Ve en önemlisi de bulunacak mı?

Bu sorulara cevap vermeden önce, herkesin bilmesini istediğim bir konu var. Ahit sandığı ve ona dair tüm anlatılanlar “insanlar” tarafından yazılmıştır. Ahit sandığının gerçek olup olmadığı kesinlikle bilinmiyor. Bu konu tıpkı Atlantis diye bir kıtanın olup olmadığı tartışması gibidir. Platon ortaya “Atlantis kıtası var” diye bir laf atmıştır ve kırk akıllı yıllardır bu taşı o kuyunun dibinden çıkaramamıştır. Ahit sandığının akıbeti de aynen böyledir. 

Tarihe bakıyoruz, tarihsel yazılarda, tabletlerde böyle bir sandığın varlığına dair somut hiçbir bilgi yoktur. Kaldı ki tarih sahnesine çıktıklarından beri yaşadıkları şeyleri yazan bir toplum olan Mısır’da bile bu konuyla ilgili tek bir yazı bulunamamıştır. Ki Mısır yüzyıllardır Hz.Musa ve tevratta yazılanların doğru olup olmadığı araştırmalarına muhattap olmuştur. Piramitlerin didik didik edilmesi, firavunların mezarlarından çıkarılması, mumyalara dna testleri yapılması, en ufak bir hieografik yazının bile değerlendirilmesi, yer altı şehirlerinin ortaya çıkarılması sadece ve sadece Hz. Musa ve tevratta yazılanları teyit edebilmek içindir. Fakat ne Mısır tabletlerinde, ne de piramitlerin duvarlarında ya da herhangi bir yerde Hz. Musa ve onun yaşadığına dair hiçbir yazı, ima ya da buna benzer şeyler bulunamadı. Madem Hz. Musa ve ona inananlar büyük bir ayaklanma yaptı, madem Kızıldeniz ikiye bölündü o zaman böylesine büyük olaylar neden Mısır yazıtlarında yok? Düşündürücü!

İkincisi de ahit sandığının ne zaman ortaya çıktığı konusudur. Mısır'dan kaçtıklarında yanlarında mıydı, yoksa Kenan bölgesine gitmek için yola çıktıklarında, 40 yıl boyunca çölde dolaştıklarında mı çıktı ortaya? Eğer Mısır'dayken ellerinde böyle bir sandık varsa firavunun bu sandıktan haberi nasıl olmaz? Yok çölde ortaya çıktıysa, akasya ağacından içi dışı som altından bir sandığı çöl ortamında nasıl yaptılar? Bu da düşündürücü!

O halde elimizde başka bir klavuz olmalı değil mi? Peki, bu olayların olduğuna dair nerelerde yazılar var mesela? Kutsal kitaplarda! Yani, insan eliyle yazılmış, değiştirilmiş, oynanmış "kutsal" diye değer biçilen kitaplara bakıyoruz. Şu bab, bu ayet, şu sure. Ha buldu ha bulacaklar, bekleyip göreceğiz.  

(Aşağıda yazdıklarımın hepsi malûm çevrelerce ortaya atılmış iddialardır)


Öncelikle ilk sorudan başlayalım. Nedir Ahit Sandığı? Hz. Musa’nın Allah tarafından verilen on emirinin taş levhalar üzerine yazılmış hali bu sandıkta saklanmaktadır. Rivayetlere göre içinde on emir levhalarının haricinde, 40 yıllık çöl gezintisinde aç kalmamaları için Allah tarafından gönderilen besleyici bir yiyecek vardır adı “mana” dır. Hz. Harun’a ait asa vardır. Ahit sandığının neye benzediğiyle ilgili de birçok araştırmacının kendisine göre ortaya attığı tarifler mevcuttur.  Ben en çok kabul gören tarifi yazma taraftarıyım, çünkü bu tarife neredeyse herkes inanıyor. Anlatılanlara göre Ahit Sandığı akasya ağacından yapılmış, içi ve dışı altın kaplama bir sandıktır. Sandığın kapağında iki tane kanatlı melek figürü var ve meleklerin yüzü birbirine bakıyor. Dört köşesinde taşınabilmesi için aynen tabuta benzer uzun tutamaçları vardır.
Ahit Sandığı 

İkinci sorumuzu cevaplamaya başlayalım. Ne zaman kaybolmuştur? Bunun için de belirsiz, net olmayan iddialar ortaya atılır. 

Birinci iddia şudur; M.Ö 587 yılında Babil Kralı Nabukednazar’ın Yahuda Krallığını tarih sahnesinden sildiği dönemde kaybolmuştur. Nabukednazar, Süleyman Mabedini yerle bir etmiştir. Mabette taş taş üstünde bırakmayan Babilliler, oradan çıkan tüm kutsal eşyaları da yanlarına alarak Babil’e götürmüşlerdir. (Babil, şimdiki Irak topraklarında kurulmuş bir devletti. ) 

İkinci iddia şudur; M.S 70 yılında 2.Süleyman Mabedi Roma İmparatorluğu tarafından yerle bir edildi. Bu yıkımdan sonra ele geçirilen kutsal eşyalar alınarak İstanbul’a getirildi.

Bu iki iddianın yanı sıra 2009 yılında ortaya farklı bir iddia atıldı. Etiyopya (Eski Habeşistan) binlerce yıldır bu sandığın kendilerinde olduğunu söylemiştir. Etiyopya Başrahibi Vatikan’a giderek sandığı göstermiştir. Patrik de olayı doğrulamış ve sandığı gördüğünü ve fakat bütün dünyaya gösteremeyeceğini söylemiştir.
2009’da ortaya atılan iddialardan sonra tabii ki dünyaya bu söylentinin doğru olup olmadığına dair bir açıklama yapılmadı. Patrik sadece “Evet, bulduk ama kimseye gösteremeyiz çünkü bu normal insanların göremeyeceği bir sırdır” şeklinde açıklamayla geçiştirdiler. Sonuçta ahit sandığını gören yine yok.

Sandığı dünyanın her yerinde arıyorlar. Her deliğe de baktılar, bakmaya da devam ediyorlar. Fakat öyle 2 yer var ki bunların Türkiye topraklarında olduğuna inanıyorlar. Nereler mi? Birincisi Antakya, ikincisi ise Ayasofya.

Gelelim bu iddiaların çıkış noktalarına. Medyadan duymuşsunuzdur, 2017 yılında Tarsus’ta MİT ve Özel Kuvvetlerin eşliğinde bir kazı yapılmıştı. Yaklaşık 1 sene kadar sürmüş ve bir anda bitirilmişti. Kazı boyunca orada neler olup bittiği konusunda büyük bir sır perdesi yaşanmıştı. Hatta bu konuyla ilgili bir polis memuru intihar etmiş, karısı intihar olmadığını, kocasının bir suikast sonucu öldürüldüğünü iddia ederek elindeki belgeleri iç işleri bakanlığıyla paylaşmıştı. Gizemli kazı bir evin altında yapılmış, daha sonra kazı genişletilmiş neredeyse bir mahalleyi içine alacak şekilde büyütülmüştü. Kazı yapıldı, orada ne arandıysa bulundu ve çıkarıldı. Sonrası meçhul. Milletvekillerinden bile gizlenen bu olay sonrasında işin içinde Vatikan’ın da olduğu iddia ediliyor. Şu anda hiç kimse bu kazının amacını ve elde edilen bulguyu bilmiyor. Komplo teorisyenleri, buradan çıkan şeyin ahit sandığı olduğunu iddia ediyorlar.

Tarsus'daki Gizemli Kazı

Ve gelelim Ayasofya iddiasına. Hatırlayalım, Babil Kralı Nabukednazar Yahuda Krallığı’nı yakıp yıkmış, taş taş üstünde bırakmamış, kralı, ailesini, soyluları, önemli askerleri, rahipleri alarak Babil’e sürgüne göndermişti. Yaklaşık 70 yıl kadar sürgünde yaşayan Yahuda halkının imdadına Pers Kralı Kores koşmuştur. Pers Kralı Kores, Babil ile yaptığı savaşı kazandıktan sonra Yahudileri kendi topraklarına göndermiştir. Onlara 2. Kez mabetlerini yapmalarına yardım etmiş hatta bununla da kalmamış, Yahudi din adamlarıyla birlikte yok olup giden dinlerini yeniden canlandırabilmeleri için Tevrat’ı yazdırmıştır.
Olaylara bakar mısınız? Şimdinin İran’ı antik dönemde Pers İmparatorluğu, eskinin Yahuda Krallığı, şimdinin İsrail’ini yeniden diriltmek için canla başla çalışıyor. Bu durum antik çağda olabilecek en büyük kırılma noktalarından biri oluyor tabii, çünkü yıllarca Babil’de yaşayan Yahudi halk dini inançları yönünde yavaş yavaş asimile olmaya başlamışken bir anda kurtarıcı olarak karşılarına Pers Kralı Kores çıkıyor, onlara hem maddi hem de manevi yardımlarda bulunarak eski günlerine dönmelerini sağlıyor. Kudüs’e geri dönen Yahuda halkı, 2.mabetlerini yapmaya koyuluyorlar. Fakat ikinci mabette M.S 70 yılında Roma İmparatorluğu tarafından yıkılmıştır. İşte asıl Ayasofya macerası da burada başlıyor J

M.S 70 yılında Roma İmparatorluğu tarafından tekrar yıkılan Yahuda Krallığı, yaptıkları mabetle birlikte kutsal olan bütün eşyalarını da Romalı istilacılara kaptırdılar. Aynı zamanda Yahudilerin ciddi bir çoğunluğu çeşitli ülkelere göç ettiriliyor.  Kaptırdıkları kutsal eşyaların başında  Ahit Sandığı da vardı. Söylencelere göre, Bizans İmparatoru Constantine’nin annesi Helena, Kudüs’teki bütün kutsal emanetleri İstanbul’a getirtti. Uzun süre bu emanetler İstanbul’da kaldı. Aradan yüzyıllar geçtikten sonra Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu olarak ikiye ayrıldılar. Doğu Roma'ya Bizans denildi. Batıda kalan Roma ülkesi ise yıllar sonra 1204’te İstanbul üzerine Haçlı Seferi düzenlediler. 1204 yılında yapılan Haçlı Sefer'i sadece kutsal emanetleri çalmak için yapılmıştır. Birçok hırsız ve çapulcu tayfasıyla birlikte bir takım karanlık adamlar da vardı. Bunlar basit mücevherleri değil, Ahit Sandığı’nı aradılar ama bulamadılar. Çapulcular İstanbul’dan çekildiklerinde her yer harabeye dönmüştü. İmparatorların mezarları paramparça edilmiş, kiliseler, saraylar,  su sarnıçları ve aklınıza ne kadar mekân geliyorsa her yer didik didik edilmişti. İstanbul’a getirilen kutsal emanetlerin çoğu Avrupalı çapulcular tarafından çalınmıştı. İstilacı ve yağmacılar buldukları her şeyi özellikle Vatikan’a, Venedik’e ve İtalya’nın diğer şehirlerine kaçırdılar. Ahit sandığı bulunamadığı için bir ayakları hep buradaydı.

İstanbul, 1453'te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildikten sonra olaylar çok farklı bir boyut kazandı. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u Osmanlı’nın başkenti yaptı. Daha sonra burada çeşitli araştırmalar başlattı. Nüfus sayımında İstanbul’da hiç de azımsanmayacak kadar fazla Venedikli yaşadığı ortaya çıkmıştı. Venedik 1204 yılında 4. Haçlı Seferini başlatan bir krallıktı. 4. Haçlı seferinde yağmalanan İstanbul’dan binlerle ifade edilen kutsal emaneti çalan casusların neredeyse tamamı Venedikliydi. 1204 yılından sonra İstanbul’a yerleşip burada hayatlarına devam eden asker, casus vardı. Hem de sayıları hiç yabana atılır gibi değildi. Yalnız bu Hristiyan âleminin iç çekişmelerinden haberdar olan çok zeki birisi vardı. O kişi tabii ki üstün zekâsıyla düşmez denilen İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet’ti. Hristiyan ve Yahudi gizli örgütlerinin Ahit Sandığını aradıklarını biliyordu. Gizlilikle bu konunun üzerinde durdu. Daha sonra Fatih Sultan Mehmet’in çok stratejik hamleleri gelmeye başladı. İstanbul’a yerleştikten ve düzenin kurduktan sonra hedef Balkanlar ve Ege Adaları’ydı. Balkanlar ve Ege Adaları alınmış ve Osmanlı Devleti Venedik Krallığı ile sınır komşusu olmuştu. Sınır komşusu olmasının yanı sıra bir de Venedik Krallığı’nın ticaret yolları artık Osmanlı tarafından kapatılmıştı. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten tam 10 yıl sonra Venedik’le savaşa girdi. 16 yıl boyunca bu savaşlar ve çatışmalar devam etti. Sonunda bu işin yıllar boyu süreceğini ve hiçbir şey elde edemeyeceklerini anlayan Venedikliler Osmanlı ile anlaşmak istedi. Fatih Sultan Mehmet’in stratejisi tutmuştu. Sıra İstanbul’u talan eden millete verilecek cevaba gelmişti. Öncelikle tabi ki Venedik Osmanlı’ya vergi ödeyecekti. Fatih Sultan Mehmet’in en ilginç savaş talebi ise şu olmuştu, Venedik’in en becerikli ve usta ressamını İstanbul’a göndermelerini istedi. Venedik Kralı ülkesinin en becerikli ressamını seçip İstanbul’a gönderdi. Gelecek ressam ilk  ve son kez Fatih Sultan Mehmet’in portresini yapacak olacak Gentile Bellini olacaktı.

Şimdi konunun en can alıcı noktasına gelmiş bulunuyoruz. Çünkü ressam Gentile Bellini, 16 yıl İstanbul’da kaldı. Bunun sebebi ise Fatih Sultan Mehmet’in onun gerçekten yetenekli bir ressam olup olmadığını kendi gözleriyle görmek istemesiydi. Yıllar boyu saray efradının, çiçeğin böceğin resimlerini yaptırdıktan sonra “Tamam, artık benim portremi yapabilirsin,” demesiyle yeşil ışık yakmıştı. Bellini, Fatih Sultan Mehmet’in portresini yaptı. Ama portre aynı zamanda ahit sandığını İstanbul’dan aşırmak isteyen Avrupalı ülkelere okkalı bir cevaptı. Bakın Fatih Sultan Mehmet Avrupalı ülkelere bir portre resmiyle ne anlatmak istemişti;
Bellini'nin yaptığı Fatih Sultan Mehmet portresi

Fatih Sultan Mehmet, o portesinde kemeri olan iki sütunun ortasında yan durmuştur. Arkası karanlıktır, önünde balkona benzer bir çıkıntı vardır ve çıkının üzerinde değerli taşlar olan bir kumaş asılıdır. İlk bakışta kemerli iki sütun bir pencere gibi görünüyor değil mi? İyi ama bu iki sütunda neyin nesi dersiniz? Ayasofya’yı mı, Topkapı Sarayını mı kastediyor? Hayır, ikisi de değil. Pencere falan da değil, bu tasvir Süleyman Mabedinin Jakin ve Boaz diye bilinen giriş sütunlarıdır. 



Süleyman Mabedinin girişindeki iki sütunun resme dâhil edilmesi, Avrupalılara verilmiş bir gözdağıdır aslında, yani aradığınız şey bende, ayağınızı denk alın demektedir. Portrenin altında sağ tarafında görünen tarih 20 Kasım 1480. Yani Fatih ölmeden 6 ay önce!

Resmin yapılmasından 6 ay sonra Fatih Sultan Mehmet zehirlenerek öldürülmüştür. Onu zehirleyen kişi de İtalya’dan Osmanlı’ya iltica edip sonradan Müslüman olan Yahudi Maestro Jacopo’dur, yani sonradan Yakup Paşa olan bir doktor. (Yavaş yavaş taşlar yerine oturuyor mu?)


Şimdi artık gelelim Ahit Sandığı’nın Ayasofya’da olma iddiasına. Fatih Sultan Mehmet, yaptırdığı bu portrede aslında Avrupa ülkelerine, özellikle Vatikan’a bir mesaj gönderiyordu. Aradığınız şey bende, ayağınızı denk alın demek istiyordu. Fakat bu tehdit Avrupalı kralların harekete geçmesine, sandığı daha bir hevesle aramasına sebep oldu sonrasında Fatih Sultan Mehmet zehirlenerek öldürüldü.

Fatih Sultan Mehmet’ten sonra ahit sandığı gizemini korumaya devam etti ta ki Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi Yahya Efendi’ye kadar. Yahya Efendi’nin Ortaköy’de bir dergâhı vardı. Yahya Efendi, Hz. Yuşa’nın mezarının olduğu noktayı bulan kişi olduğu biliniyor. Hz. Yuşa’nın kemiklerinin olduğu inanılan noktada ahit sandığının da bulunduğu iddia edilir. Bulunan ahit sandığının Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Sarı Selim tarafından Ayasofya’ya gizlenmiştir diye bir iddia vardır.

Bütün bu anlattığım olayların iddialardan ibaret olduğunu görüyorsunuz. Ahit Sandığının Yahudiler tarafından çok önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Bizler de onların hayallerini süsleyenin ne olduğunu ve nerede olduğunu bilmediğimiz, 2500 yıldır ortalıkta görünmeyen, henüz olduğu bile ispatlanmamış bir sandığın peşinde koşturuluyoruz.

Dinler tarihine baktığımızda sadece Hz. Muhammed’in ve ailesinin mezarlarının olduğunu, diğer dinlerin peygamberlerinin mezarlarının nerede olduğunun bile belli olmadığını belirtmek isterim. Ne Hz. Musa’nın, ne Hz. İsa’nın mezarları ortalıkta yoktur. Ortada bir ahit sandığı masalı dönüyor ama 2500 yıldır onu gören yok. Ahit Sandığını bulmak için dünyanın altını üstüne getirdiklerini biliyoruz. Dünyada yapılan bütün savaşların sebebinin de bu sandığı bulmak amacıyla yapıldığını belirtirsem, ne söylemek istediğimi anlarsınız.

Ben inançsız bir insan değilim ama bu tip masallara inanmayacak kadar da bilinçliyim. Neden mi, ahit sandığına inanan örgütlerin mehdi ve mesih inancını yaydığını, dünyayı kıyamete zorladıklarının farkındayım. Bu inançlarını pekiştirmek için başvuru noktalarının yine bu örgütlerin mensupları olduğunu gördükçe inanın insanlarımızın imanını sorguluyorum. Soruyorum, gerçekten inanıyor musunuz? Mısır’dan kaçtıklarından beri dünyanın din inancına damgasını vuran ve bütün dünyayı yöneten bir topluluğun yaydığı her bilgiye inanmak onların dinlerine iman değil midir?

Lütfen bu konuyu düşünün. Binlerce yıldır bizlere sunulan bilgileri, öğrendiğimiz, inandığımız her şeyi ciddi anlamda sorgulamamızın zamanı geldi. Çünkü artık yeni bir dünya sistemine geçiyoruz. Ve her ne hikmetse yeni sistemi de “onlar” getirecek. Bize verilenlerle yetinip, bizleri yönetmek istedikleri gibi yönetmelerine izin verecek miyiz? Yoksa binlerce yıldır anlattıkları hikâyeleri düşünüp mantıksızlıklarını görüp halkanın dışında mı kalacağız?

Ahit Sandığı neden uzun yıllar aranmıştır sorusuna gelince; 40 yıl boyunca çölde dolaşıp duran bir halk, peygamberleri Sina Dağı’na çıkıp 10 emri aldığı dönemde, Musa’nın artık gelmeyeceğine inanmış, kendilerini terk ettiğine dair dedikodular çıkarmışlardır. Kendilerini yalnız hissedip putlar yapmışlar ve yeniden putlara tapmaya başlamışlardır. Mısır’dan kaçarken Musa onların gözünde bir kurtarıcıydı. Onları örgütlemiş, önden gitmiş, Mısır’dan kaçırmış ve önderlik etmişti. Kurtarıcı inancı bu toplulukta hep vardı zaten. Hep bir millete tâbi olmuşlar, o milletin içinde asimile olup yaşamışlar ve kendilerini bu durumdan kurtaracak birini beklemişlerdir. Önceleri Mısır’da yaşadılar ve oradan onları Musa kurtardı. Sonra Babil’e sürgün edildiler, oradan onları Pers Kralı Kores kurtardı, ardından diğer sürgünler geldi. Avrupa’nın çeşitli ülkelerine dağıldılar, orada da baskı hissettiler. O ülkelerde de onları başkaları kurtardı. Almanya, İtalya, İngiltere, Fransa, İspanya ve gittikleri birçok ülkede aynı kaderi yaşadılar. Mehdi ve Mesih inancının beyinlerine nasıl yerleştiğini ve onların da bizlere nasıl empoze ettiğini görebiliyor musunuz?

Gelelim ahit sandığının bulunup bulunamayacağına; varsa bulunur J Yoksa? Varmış gibi yapmaya devam edilir. İnanç böyle bir şeydir işte, olmayan bir şey varmış gibi inanılır ve sonsuza kadar böyle devam eder.

22 Ekim 2019 Salı

Pisagor Tarikatı


Bugün başımıza gelenlerin sorumlusunun Pisagor olduğunu söylesem ne düşünürdünüz?
Bence hemen “Pisagor mu, ne alakası var şimdi?” dediniz. İnkâr etmeyin duyarım ben J Neyseki hemen açıklayacağım, çok fazla meraklandırarak zaman öldürmek istemiyorum.

Bütün başımıza gelenleri düşününce neler olduğunu kendi kendinize soruyorsunuz. Evet evet, hepsinden bahsediyorum. Yeni dünya düzeni, ekonomik sistem, gizli örgütler, gizemli öğretiler ve ona inanan tarikat üyeleri, dünyayı kıyamete zorlayan ülkeler ve dinler, mehdi, mesih, savaşlar, yıkımlar vs. Yuhhh dediğinizi de duyar gibi oldum. Biliyorum, dünyanın çivisinin çıkmış olmasıyla, Milattan önce 570 yıllarında yaşadığına inanılan, bakın “inanılan” dedim, bir adamın ne alakası var, hem de Pisagor diye sayıkladığınızı biliyorum. Durun, sakin olun ve sabırla yazımı okuyun.

Pisagor


Sizin de bildiğiniz gibi herkes Pisagor'u dahi bir matematikçi olarak bilir. Pisagor Teoremi diye bir  teorisi vardır. Geometri ile ilgili azımsanmayacak bilgiler vermiştir. Ama bunların yanında farklı şeyler de yapmıştır. Mesela güney İtalya'daki Croton denilen bir liman kentinde kendine özgü bir okul kurmuştur. Okula "Kolej" demiştir. Fakat orası bir okul değil, bir tarikat eviydi. Öğretilerini  müritlerine verirdi. Pisagor’un müritleri ikiye ayrılıyordu. Birincisi dinleyiciler, ikincisi de matematikçilerdi. (Bu bilgiler size hepimizin yakından tanıdığı bir cemaati hatırlattı mı? 15 Temmuz diyeyim, siz anlayın.)


Bu insanlar tarikata girdikleri ilk 5 yıl kesinlikle konuşamazlardı. Ne kendi kendine ne başkalarıyla ne de rüyalarında! Bunun sebebi de yine Pisagor'un öğretileriyle ilgiliydi. Çok konuşanı sevmezdi. Çünkü çok konuşmak boş konuşmaktı onun için, okulda verdiği gizli öğretilerin bir başkası tarafından öğrenilmesini ya da dışarıya dağıtılmasını istemiyordu. 5 senelik sessizlik kanununu başarıyla geçenler arasından en zeki gördüklerini matematikçi yapardı. Başarısız olanlar ise dinleyici olarak hayatlarına devam ederlerdi. Pisagor, kendisini öylesine kaptırmıştı ki bu tarikat olayına artık normal insanlarla muhatap olmak şöyle dursun, onlarla yüz yüze gelmeyi bile istemiyordu. Öğrencilerine ders verirken yüzünü kimsenin görmemesi için aralarına perde koydururdu. Onun yüzünü görenler nadir kişilerdi. O yüzden konuşan kişinin bazen Pisagor olup olmadığı bile tartışılıyordu. Müritlerinin de aynen kendisi gibi takıntılı olması için elinden ne geliyorsa yapıyordu.

Tarikatın kendine has kuralları vardı. Bu kuralları tabii ki Pisagor koyuyordu. Mesela fasulye yenmesinin yasak olması gibi. Sol el ile yemek yenmezdi, eşikte durulmazdı, ana yollardan değil, kaldırımlardan yürünürdü, horoz yenmezdi, dar yüzük takılmaz, hayvanların rahmi yenilmez, erkeklerin seks yapmasını istemezdi. Pisagor’la yüz yüze konuşabilen öğrencileri cinsel ilişkiye girmemiş erkekler olmalıydı. Çünkü cinsel ilişkinin erkeklerin ruhlarını güçsüz bıraktığına inanırdı. Vücutlarından çıkan her sıvı ruha aitti ve ruh güçsüz kalmamalıydı. Çok zorda kaldılarsa bu isteklerini kış aylarında yapmalarını isterdi. Yaz aylarında cinsel ilişkiye girmeleri yasaktı.

Pisagor'un Koleji


Pisagor'un bu garip takıntılarının sebebi 22 yıl boyunca Mısır’da yaşayıp, bazı tarikatlardan edindiği bilgiler olduğunu düşünmekteyim. Mısır’a giden bir adamın genellikle üçgenlerle ilgili master yapmaması hiç olası bir şey değildir zaten. Zira kendisi Mısır, Babil,ve Hindistan’a uzun süreli (34 yıl kadar) seyahatler yaptığı için, ister istemez buralarda gördüğü şeyleri kopyala yapıştır yapmıştır. Bunların yanında  Galler bölgesine gitmiş, Druidler'in sırlarını araştırmış, buna ilaveten Mezopotamya gezisindeyken Keldani astrologlardan detaylı dersler almıştır. Savunduğı ve ileri sürdüğü bütün savlar ve buluşlar, tamamen doğu ülkelerinden edindiği bilgilere dayanıyordu. (Ben şahsen onu bilgi hırsızı olarak görüyorum, sizin ne düşündüğünüzü de merak ediyorum açıkçası.)

Genellikle doğu ülkeleri dünyaya buluşları veren, Avrupa ülkeleri de o buluşları çalıp "Biz bulduk!" diye ortalığa düşenlerdir. Hep böyle olmuştur, doğu ülkelerinde 34 yıl kadar yaşamış, seyahat etmiş, çeşitli tarikatların içine girmiş, gizli öğretileri öğrenmiş Avrupalı kaşifler (bana göre hırsızlar) bu ülkelerin bilgilerini çalıp kendi ülkelerine götürmüş, kitaplar yazmış ve sonra bu isimler dünya literatürüne "buluş yapan kişi" olarak geçmiştir. Konuyu fazla dağıtmadan, Pisagor'un sayılarla ilgili bir takım görüşlerini anlatayım.

Pisagor, sayılara çeşitli anlamlar yüklemiştir. Örneğin;
1: Bütün sayıların oluşturucusudur.
2: Düşünce
3: Ahenk
4: Adalet
5: Yaratma
6: Gezegenler
.
.
.
10: TANRI


Hint inançlarını bilenleriniz ya da araştıranlarınız bilir, bu Babil için de Mısır için de geçerlidir. Hatta biraz geriye gidelim, Sümerler için de aynı şey geçerlidir. Her sayının evrende bir karşılığının olduğuna inanırlar. Sayıların karşılığına yükledikleri anlamlar vardır. İnternetten araştırma yaparsanız, hangi inancın hangi sayıya ne anlam yüklediğini kolayca bulabilirsiniz. Yani Pisagor’un sayılara yüklediği anlamlar da çalıntıdır. 

Pisagor matematikte başka neler ortaya koymuştur? Mesela irrasyonel sayılar. İrrasyonel sayıların ortaya nasıl çıktığını biliyor musunuz? Pisagor, katı bir şekilde "tam" sayılara inanırdı. İnanmak kelimesini şu şekilde açmam gerekiyor, Pisagor'un hayat felsefesi, onu dünyaya tanıtan, bir bilim insanı olduğunu düşündüren yegane fikri tam sayılar ve onlarla ilgili ortaya attığı teorilerdir. Düşünsenize, bir okul kuruyorsunuz ve bu okul bir anlamda tarikatlaşmaya başlıyor. Bu okulda yegane tek şey "inanmak" Şeyhlerine inanan, daha doğru bir ifadeyle tapan bir sürü insan var orada. Tam sayılarla ilgili ortaya attığı teoriler çürütüldüğünde yıllarca emek emek oluşturduğu tüm temeller depremde yıkılan binalar gibi paramparça olmaz mı? Çünkü tarikatın en büyük inancıydı tam sayılar. Bu yüzden sayıların kesirli olabileceğine asla inanmazdı. Fakat ortaya attığı teorilerden birisi olan “Dik açılı üçgende dik kenarların karelerinin toplamı, diğer kenarın karesine eşittir” teorisini tümünden yerle bir eden öğrencisi Hippasus olmuştur. 

Hippasus


Utana sıkıla derse girer. Elinde yazıp döktüğü kağıtlar vardır. Pisagor'dan söz alır ve ona şu soruyu sorar "Sayın Pisagor, iki dik kenarı 1 br olan üçgeninizin hipotenüsü kaç br'dir?" Pisagor öğrencisinin sorduğu soruyu günlerce düşünür. Kendisinin ortaya attığı “Dik açılı üçgende dik kenarların karelerinin toplamı, diğer kenarın karesine eşittir”  teoremine tamamen terstir. Çünkü sonuç kesirli çıkmaktadır. Öğrencisi haddi olmayan bir konuya temas etmiştir. Eğer Pisagor bu soruya cevap verirse, yıllardır emek emek örgüdüğü tarikatın amacı bir anda yerle bir olacaktı. Ona inanan ve güvenen kitleler hayal kırıklığına uğrayacak, yıllarca ortaya atmış olduğu "tam sayıları tanrısallığı" ilkeleri ortadan kalkacaktı.

a2 + b2 : c2

Hippasus der ki, “Kök iki sayısı, iki sayısının oranı şeklinde yazılamaz. Mutlaka irrasyonel şeklinde olur.”  


Yani bu ne demektir? 



Ve böylece sevgili dâhimiz Pisagor, en akıllı öğrencisi ve aynı zamanda irrasyonel sayıları bulan Hippasus’un boğazından yakalar, onu sıkar, başını göle sokar ve ölünceye kadar acımadan çırpınışlarını izler. Zavallı Hippasus irrasyonel sayıları bulduğu için sevinsin mi, üzülsün mü bilemez çünkü adam oracıkta tarikat lideri tarafından öldürülmüştür. Bu olay tarikat üyelerinin tamamına bildirilmez, ceset tarikat müritleri tarafından denize atılır edilir.  Gördünüz değil mi? Tam sayıların her zaman mümkün olmadığını, kesirli sayıların da olduğunu söyleyen öğrencisine nasıl da tahamülsüzlük gösteriyor? Hatta tahamülsüzlüğün ötesinde onu ortadan kaldıracak, hayatını sonlandıracak kadar gözü dönebiliyor. Bütün tarikatlar ve şeyhler de aynı değil midir? Oradan buradan aşırdıkları ve derinlemesine irdelemeden insanlara "benim keşfim" diye sattıkları bilgiler kökünden sorgulandığında ve dahası yerle bir edildiğinde ne hale gelebiliyorlar?

Pisagor, mükemmel sayıyı bulduğunu iddia ederdi. Nedir bu mükemmel sayı? Taptıkları 10 mu? Hayır hayır, bu 6 rakamıdır. Yani dişi olarak gördüğü çift rakam J
1+2+3: 6’dır. 6 rakamını 1, 2 ve 3’e böldüğünüzde hep tam sayı verir. Buna da “Bölenlerinin toplamı kendisine eşittir” ilkesi denilir.  Pisagor'un tam sayılara olan aşırı takıntısının bir tezahürüdür. Matematiğe kattığı iyi şeylerden bir tanesidir.

Pisagor’un müzik konusunda da neler yaptığını bilmek istersiniz diye düşünüyorum. Aslında Pisagor ve müzik konusu çok farklı bir başlık altında toplanabilecek ve gerçekten ciddi bir toparlama yapılması gereken bir konu. Şimdi bu konuyla, bahsettiğim konu birbirinden farklı olmasa da bu başlık altına değil, farklı bir başlıkta incelemek istiyorum. İnanın bana müzik konusuyla ilgili hiç ummadığınız bir noktaya gidildiğini, nelerin tetikleyicisi olduğunu öğrendiğinizde küçük dilinizi yutacaksınız.

Gerçekçi olmak gerekirse, yazımın da başından beri ifade ettiğim gibi ben Pisagor’u zamanının bilgi hırsızı olarak görüyorum. Zeki adammış Pisagor ama bunu değerlendirmek için masum insanları kandırması, onları kullanması beni gerçekten sinirlendiriyor. Bizim şimdiki zamanda ortaya çıkan, kendilerine mehdi ya da mesih diyen insanlara benziyormuş. O dönemin cahil insanlarını öğrendiği bilgilerle kandırarak kendine bir tarikat kurmuş olması, kurduğu tarikatın tamamen gizli olması zaten her şeyi açıklıyor. Pisagor, bizim bildiğimizin aksine sadece matematikçi falan değildir. O, aynı zamanda zamanında gizli bir örgüt, ya da az önce söylediğim gibi bir tarikatın şeyhiydi. Garip inançları ve kuralları vardı. Bildiğiniz gibi her tarikatın kendine has garip, bir o kadar da gizli kanunları mutlaka olur. Pisagor da Mısır, Babil ve Hindistan’da öğrendiği bilgileri "kendine ait gizli öğretiler" diye insanlara yediriyordu. Tibet’in dini lideri Dalailama gibi sürekli yeniden doğduğunu, her dünyaya gelişte farklı bir bedende ve formda buraya geldiğini iddia ediyordu. Müritlerine yaptığı bazı kehanetleri vardı. Hatta geçmiş yaşantılarından birinde bir fahişe olduğunu bile iddia etmişti. Müritleri de onun için hiç ölmeyecek, ölse bile yeniden dirilecek gözüyle bakıyorlardı.


Pisagor’un matematikçi olmasının yanı sıra aynı zamanda felsefeyle de uğraştığını biliyoruz. Fakat yukarıda sürekli dile getidiğim tarikat oluşumuyla felsefenin aynı yerde olamayacağını hepimiz biliriz. Felsefe düşünce sistemini özgürce tartışmak, evrene dair fikirler ortaya atmak, onu açıklayabilmektir. Bütün filozofların evrenle ilgili, yaratılışla ilgili bir düşüncesi vardı. Pisagor da evrenin sadece sayılardan ibaret olduğunu iddia ediyordu.  Yani koskoca evreni salt rakamlara indirgiyor, dar bir çerçeveden bakıyordu. Üstelik bunu yaparken, ortaya attığı fikrin salt doğru olduğunu, tartışılamaz bir yasa olduğunu düşünüyordu. Felsefe fikirlerin özgürce tartışılabildiği bir bilimdir. Fakat Pisagor’un dünyasında her şey özgürce tartışılamazdı. Onun getirdiği kurallar kesin ve katiydi, tartışılamaz ve değiştirilemezdi. Günümüzün tarikatlarında işleyen biat kültürünü düşünün, sizce bu kültürün içinde yetişmiş birisinin özgürce düşünebilme imkânı var mıdır? Müritlerin kendi fikirlerini ortaya atması, ya da şeyhinin tezlerine anti tezle cevap verebilmesi mümkün mü? O yüzden Pisagor’un kurduğu okulun matematik ve felsefe yönünden kuvvetli olması çok zor bir olasılık. 

Pisagor kendisini peygamber olarak görürdü. 10 rakamını Tanrı’nın rakamı olarak görürdü. Hatta 10 rakamı onun için öylesine büyülü ve kutsaldı ki, tarikatındaki müritlerine her dersten önce mutlaka kendi uydurduğu duayı okuturdu. Müritler derslere başlamadan önce hep bir ağızdan şu duayı okuyordu;

“Tanrıları ve insanları yaratan sen, kutsal ve ilahi sayı. Engin ve saf birlik ile başlayan kutsal rakamı, kutsal rakamı 4 gelinceye kadar, hepsini yaratan, hepsini içeren, hepsini bağlayan, ilk doğan, asla vazgeçmeyen, asla yorulmayan, kutsal 10’a…”

Bu duayı yaptıktan sonra üçgen üzerine tapınmak, ona inanmak ve yemin etmek zorundaydılar. Bütün bu tapınmaların ardından tetraktik matematiği onlara öğrettiği için Pisagor’un ta kendisine yemin ediyorlardı. Bir tanrı gibi!

En en başta söylediğim, başımıza ne geldiyse bu Pisagor’un yüzünden geldi cümlesini hatırladınız mı? İşte en son kurduğum cümleyle birlikte sizi 1 dakika düşünmeye davet ediyorum. Bakın bakalım şu anki dünyada olup biten olayların temelinde ne yatıyor?

Gizli örgütler? Üçgene tapanlar? Piramit? Her geçen gün kılıktan kılığa girip hayatımızı darma duman eden tarikatlar? Gizli ve saçma sapan öğretiler?


Bazılarınız hemen anladı. Şimdi bir de ben söyleyeyim.

Pisagor, Avrupa’ya Doğu ülkelerinin mistik öğretilerini gizli bir teşkilatlanma yöntemiyle getiren ilk kişidir. Avrupa’da daha önce gizli örgütler yoktu. Pisagor’un doğu ülkelerini gezip, oralarda gördüğü her şeyi taklit ederek, kendisini peygamber ilan etmesi (tıpkı doğu ülkelerindeki gibi) sonrasında gizli bir tarikat kurması sonucunda, şimdiki dünyada ortaya çıkan masonik tarikatlar ve onların türevleri çıktı. Şu anda dünyada savaşları çıkaran, devletlerin içine sızan, ilaç sektörünü ellerinde bulunduran, enerji kaynakları yüzünden milyonlarca insanın ölmesini umursamayan, insanları ülkelerinden göç etmek zorunda bırakan, hasatalık yayan, ekonomik sistemi ellerinde bulunduran herkes, Pisagor'un okulundan çıkmış müritlerinin soyundan gelir. O gizli teşkilatlanma hala sürüyor. Hala saçma sapan inançlara sahipler. Mısır'ın ikonik piramit görsellerine takıklar ve bununla ilgili her yerde karşımıza çıkıyorlar.

Bütün bunlardan dolayı Pisagor aslında yalnızca bir matematikçi değildir. Masonik tarikatlara ilham veren bir insandı. O, Mısır'da geçirdiği 22 seneyi şeytani inançlara sahip tarikatların içinde geçirdiği için, şu anki Şeytani inançların kurucu babasıdır.

Bundan sonraki yazımda Tetragrammaton konusunu yazacağım. Pisagor ve tetragrammaton çok ilginç bir konudur. Hayret edeceğinizi düşünüyorum.

19 Ekim 2019 Cumartesi

DOKUZ KURAL


Günlerden bir gün, dünyanın kötü gidişini durdurmak için bir insan ortaya çıkar. Bütün dünyanın daha iyi yaşanabilmesi için ve herkesin kabul görebileceği, kendisinin de sonuna kadar inandığı 9 maddelik kural sunar. 9 maddelik kurallar manzumesi dünyadaki bütün ülkeler için geçerli olacaktır. Dünya ülkeleri 9 maddenin gerçekten de kendileri için güzel şeyler getirebileceği fikriyle kabul ederler. “İnsan” getirdiği 9 kuralı kendi ülkesinin de kabul ettiğini görür ve çok mutlu olur. 9 yıl boyunca dünyanın barış, huzur, mutluluk ve refah içinde yaşadığını kendi gözleriyle görür. Ülkesi de artık çok büyük atılımlar yapmıştır. Gençleri mutludur, yaşlıları huzurludur, orta yaşlıları refah içindedir, çocukları sağlıklıdır. 9 yıl sonunda bu insan dünyayı yaşanabilir bir yer yapmanın verdiği huzurla ölür. 
DOKUZ KURAL DÜNYASI

O öldükten sonra ülkesinde kurallardan sıkılan insanlar çıkmaya başlar. Kurallar çok iyidir ama artık bazı değişiklikler yapılması gerektiğini, kuralların insanları hep iyiye yöneltmediğini, arada sırada kötülüklerin de olduğunu iddia ederler. 9 kuralın 3’ünü değiştirirlerse, her şey çok daha iyi olabilir diye ortaya bir fikir atarlar. 9 kurala sıkı sıkıya bağlı olanlar ise bu fikre karşı çıkar. Senelerdir 9 kurala alıştık, herkes bu kurallara göre yaşıyor, 3 kuralı değiştirince düzen bozulur diye değişimden yana olanların karşısına dikilirler. Değişimden yana olanlar işlerin bu şekilde yürümeyeceğini, kendi istedikleri 3 kuralın değiştirilmesi gerektiğini anlatabilmek için gizli gizli planlar yapar. Bundan sonra yer altına inecek, düşüncelerini yaymak için gizli gizli çalışacaklardır. Propaganda ve reklam yapmaya karar verirler. Kitaplar yazarlar, şiirler okurlar, şarkılar söylerler, miting düzenlerler. Bu hareketlenmeye dikkat kesilen bir kısım insan, değişimcilerin yanına geçer. Onlarla hareket etmeye, propaganda yapmaya, söyledikleri şarkıları söylemeye, yazdıkları kitapları okumaya başlarlar. Fikirleri yavaş yavaş yayılmaya başlayan değişimciler artık toplumda ayrı bir grup oluşturmuştur. 

Bilge İnsan


9 kuralcılar, sistemi canla başla savunmaya devam ederler. Karşılarında her geçen gün güçlenen bir grubun olduğunu anlayınca da artık kendilerinin de bir şeyler yapmaları gerektiğini düşünürler. Onlar da harekete geçerler. 9 kural gelmeden önceki ülkelerinden bahsederler. Kötü bir gidişatın olduğunu, hiç kimsenin mutlu olmadığını, sürekli bir şeylerden şikayetçi olduklarını insanlara hatırlatırlar. 9 kural geldikten sonra huzur ve refah geldiğini, toplumsal dayanışmanın olduğunu ve ülkelerinin yükseldiğini iddia ederler. Toplum ikiye bölünür. Bir kısım değişimcilerin haklı olduğunu, diğer kesim de 9 kuralcıların haklı olduğunu savunur. Toplum ikiye bölününce 9 kural işlemez hale gelir. Örgütlenen değişimciler kendilerini daha kuvvetli görür ve 9 kuralcıları değişim yapılması yönünde tehdit etmeye başlar. Tehditler çoğalınca, 9 kuralcılar bozulan yapıyı toparlayabilmek için yeni bir atılım yaparlar. Artık karşı taraftaki insanlar onlar için düşmandır. Değişimcileri nerede görürlerse yakalayıp fikirlerini değiştirene kadar şiddet uygularlar. İlk zamanlar bu adım değişimcilerde büyük bir korkuya sebep olur. Ortaya attıkları kural değişimi fikrine karşılık şiddet göreceklerini hiç düşünmedikleri için sarsılırlar ve bir süre sessiz kalırlar. Korku yavaş yavaş dayanılmaz boyuta gelince sesler çıkmaya başlar. İnsanların fikirleri yüzünden şiddete maruz kalamayacağını, bunun insanlık dışı olduğunu öne sürerler. 9 kuralcılar, değişimcilerin korktuğunu görünce şiddeti daha da arttırır. Bu şekilde davranarak ya düşmanlarını yok ediyor ya da zorla da olsa kendi taraflarına geçmelerini sağlıyorlardı. Toplumda iyiden iyiye huzursuzluklar çıkmaya başlar. 9 kuralcıların içinde şiddet olaylarını tasvip etmeyenler, homurdananlar ve karşı çıkanlar olur. 9 kurala sıkı sıkıya bağlı olanlar kendilerini savunurlar. Ama savunmaları yaptıkları kötülükleri açıklayamayacak kadar basittir. Şiddete karşı olan 9 kuralcılar, bu gruptan ayrılmaya karar verdiler. Şiddete hayır diyerek kendi aralarında bir grup oluşturdular. 9 kuralcılar böylece ikiye ayrıldılar. Şiddete karşı olan 9 kuralcılar, değişimcilere şiddet uygulamak yerine, onlara asimetrik psikolojik baskı uygulanmasını, fikirlerini değiştirebilmek için algılarıyla oynanmasını ortaya atar. Grubun bundan sonraki amacı, değişimcileri bölüp, onlara asimetrik psikolojik baskılar uygulayarak algılarıyla oynamak ve tekrar ülkede 9 kuralı uygulatmaktı. Bu sırada değişimcilerin arasında da huzursuzluklar çıktı. Karşı tarafın güçlü olması, ülkenin çoğuna hâkim olmaları, propaganda gücünün onlardan daha fazla olması, sürekli şiddete maruz kalmaları, psikolojik olarak yıpratılmaları canlarına tak etmişti. Değişimcilerin içinden bazıları, izlenen yolun yanlış olduğunu, 9 kuralcıların toplumun çoğunluğu olduğunu, onları yenebilmeleri için ancak ve ancak onlar gibi görünerek içlerine sızıp, onları içeriden çökertmeleri gerektiği fikrini ortaya attılar. Bazıları bu fikri beğendi ve hemen uygulanmasını istedi. Bazıları da gururlarına yediremedi, asla 9 kuralcıymış gibi görünmek istemedi. Onların içine girme ve onlarla aynı havayı solumak en başta akıllarından geçen değişi fikirlerini değiştirebileceğini, bunun tehlikeli olabileceğini öne sürerler. Zaten şiddet yanlısı bir gruba karşı savaşıyorlardır, ya yakalanırlarsa diye bu fikri reddederler. Değişimcilerin arasında homurdanmalar olur. Artık bunun böyle gitmeyeceğini, değişmeleri gerektiğini, stratejilerini değiştirmelerinin en faydalı yöntem olduğunu söyleyenler ve değişmeye yanaşmayanlar ikiye ayrılır. Böylece en başta değişim isteyen grupta kendi arasında ikiye ayrılır. Toplum farkında olmadan dörde ayrışmıştır.

Artık 9 kurala uyan hiç kimse kalmamıştır. 9 tane kuralı farklı farklı yorumlayan gruplar, uygulamada ayrışanlar, pratikte ayrışanlar mahallelerini ayırır. Mahalleler ilçelere, ilçeler illere göre ayrı ayrı grup olur. Her grup kendi içinde bir lidere ihtiyaç duymaya başlar. Grupların içindeki en güçlü, ya da en akıllı, en zeki, en çalışkan kim varsa lider seçerler. Liderler kendi gruplarını bir arada tutabilmek için grupsal kurallar koymaya başlar. Bazıları liderin getirdiği kuralların sert ve kendilerine uygun olmadığını savunur. Grubun içinde homurdananlar gruptan atılır. Gruptan atılanlar önemli olan konunun, liderin kuralları olmadığını, grubun kuralları olduğunu ileri sürer. Grup yoksa lider de yoktur onlar için, o yüzden liderin gruba tahakkümünü reddederler. Her birey kendi grubunun kurallarına bağlı olarak zaten yaşıyordur, bir de liderin kurallarına uyulmasının gereği yoktur onlar için. Liderin getirdiği kurallara uyan insanlar ise, asıl grubu ayakta tutanın lider olduğunu, lider olmazsa bu grubun bir hiç olduğunu, güç, akıl, zekâ, çalışkanlık vasıflarının çok önemli olduğunu, bütün bu üstün vasıflara sahip birinin de söylediklerinin yapılması gerektiğini düşünürler. Gruplar kendi arasında ayrıldıkları için, artık grup olmanın da bir önemi kalmamıştır. Grup varlığının özünü yavaş yavaş yitirir. Çözülmeye başlar ve artık doğru düzgün savunabilecekleri bir düşünce, ya da fikir kalmaz. En başta değişimciler ve 9 kuralcılara katılmayan, her iki gruba da aynı mesafede duran, bazen değişimcilerin yanında, bazen de 9 kuralcıların yanında duran sessiz yığınlar da vardır. Bunlar, “insan” öldüğü günden beri hangi tarafı tutacağına karar veremeyen gitgelcilerdir. Bir o yanda, bir bu yanda olup ne şiş yansın ne de kebap diyenlerdir. 9 kuralcıların şiddetinden korkar, değişimcilerin propagandalarına akıl erdiremeyen sessiz çoğunluk, iki grup tarafından sıklıkla dışlanırlar. Kendilerine baştan katılmadıkları için sürekli sessiz çoğunlukla dalga geçerler, onları aşağılarlar, hakaretler yağdırırlar ya da getirdikleri bazı kurallarla onların sonsuz özgürlüklerini kısıtlarlar. Seneler geçer, ilk başta bütün dünyanın kabul ettiği kurallara karşı çıkarak değişimin şart olduğunu öne süren değişimciler 50 gruba ayrılır. Hepsi de artık ilk yola çıktıkları amaçlarından oldukça uzaklaşmış, herhangi bir prensibi olmayan, sürekli taraf değiştiren, menfaatleri için her türlü fikrini satan insan yığınları olmuşlardır. İlk başta “insan”ın getirdiği 9 kurala sıkı sıkıya bağlı olan, düzen taraftarı, sistemin değiştirilmesine karşı çıkan, hatta bu konuda şiddete bile başvuran gruplar ise, 150 farklı gruba ayrılmıştır. 150 tane grup sürekli birbirleriyle kavga eder, birbirine tuzak kurar, iftiralar atar, yalan söyler, kendi inanç sistemlerini yaratır, eski inançları eğip büker kendi menfaatlerine göre kullanır ve halkın malını çalar hale gelmişlerdir. Sessiz yığınlar korku dolu kalplerine söz geçiremedikleri için, sürekli toplumun ücra köşelerine kaçarlar. Sessiz yığınlar getirilen bütün vergilere boyun eğip, yaşanan kaoslar kendilerine bulaşmadığı müddetçe onlardan uzak durup, propaganda malzemeleri olan televizyon, gazete, kitap, şarkı, tiyatro ve diğer sosyal faaliyetlerden faydalanmadan hayatta kalmaya çabaladılar. Bu onları gittikçe cahil yaptı. Cahil yığınlar gün geçtikçe çoğaldı. Çoğalan bu yığınlara hükmetmek isteyenler de çıktı. Bunlar 9 kuralcılardı. Onlara gelecekten bahsettiler. Geleceği birlikte kurmayı teklif ettiler. Bütün olumsuzlukların gelecekte tamamen biteceğini, her şeyi silip yeniden temiz bir sayfa açacaklarını vaat ettiler. Bu sözleri duyan başka bir taraf da hemen atıldı. Aslında iyi günlerin geçmişte kaldığını, geçmişin çok daha parlak olduğunu, huzurun, refahın ve mutluluğun geçmişlerinde yattığını ileri sürdüler. Aynen geçmişte olduğu gibi daha basit, daha düzgün olabileceklerini anlattılar. Geleceği vaat eden grup ve geçmişe öykünen grup aslında hem geleceğin hem de geçmişin iyi olan şeylerini anlatıyordu. Hiç kimse bunların kötülüğü başlatanlar olduğunu göremedi. Sessiz yığınların içinden bazıları geleceği parlak anlatanlara inandı. Sessiz yığınların içinden diğerleri de geçmişteki iyi günlerden bahsedip, o günlere geri dönebileceklerini vaat edenlere inandı. Geçmiş ve gelecek, anlatılarında aslında hedefledikleri iyi bir hayat olmamıştı. Hep kurallarda yazılı olarak kalmıştır. Küçücük bir grup hiçbirine inanmadı, çünkü ortaya atılan fikirlerini hiçbiri “şimdiki” zamanı söylemiyordu. Yaşadıkları anı düzeltmek isteyen kimse yoktu. Bu anı huzura kavuşturmaktan aciz insanların nasıl olup da geleceği ya da geçmişin iyi günlerini yeniden yaşatacağını söylediklerini anlamamışlardı. Güven eksikliği ve inançlarının yitip gitmesinden dolayı, geleceği parlak, geçmişi parlak vaatlere kulaklarını tıkadılar. Şimdilerini yaşamaya başladılar.

90'ların en çok izlediğim yabancı dizileri

İlkokula giderken TRT’de yayınlanan diziler vardı. Okuldan eve gelir gelmez hemen derslerimi yapar dizilerin başlamasını dört gözle bekler...