26 Ağustos 2019 Pazartesi

AYNA DÜNYALAR NEDİR?


Ayna Dünyalar


Hayatlarımız sanal bir gerçekliğin içine yerleştirilerek Ayna Dünyalar mı yaratılıyor?  
Birileri bir yerlerde bu işin alt yapısını hazırladı ve düğmeye bastı.  Bize de yeni dünyanın içine adapte olup yaşamak düşecek.

Belki farkındasınız, belki hiç fark etmiyorsunuzdur. Yeni bir çağın içindeyiz. 2000'li yılların başında dünya eski sistemi sarsacak her şeyi baştan yaratacak bir üst seviyeye yükseldi. Bütün dünya ülkeleri bu çağa ayak uydurmanın telaşı içinde kıvranıp duruyor. En çok da yeni çağı anlayamayan, neler olup bittiğini, başımıza nelerin geleceğini bilmeyen 3. dünya ülkeleri hem korkarak, hem de merak içinde neler olup biteceğini bekliyor. Bu sessiz ve derinden bekleyiş, dünyayı belki de galaksimizi baştan aşağı değiştirecek bir doğumun habercisi. 

Bahsettiğim çağ, TEKNOLOJİ ÇAĞI.

İnternette araştırma yaptığınızda konu konuyu açar ve diplerde bir yerlerde karşınıza “Ayna Dünyalar” başlığı çıkar. Nedir bu Ayna Dünyalar diye baktığınızda, sizi duvardan duvara vuracak ileri seviye teknolojik bilgilerle karşılaşırsınız. Kendinizi bir bilim kurgu filminin içine girmiş gibi hissedersiniz. İşin komik tarafı da çoğunuz yazılanların hiç birisine inanmayacaksınız. İnanmayacak olanlara sadece şunu söylüyorum, maalesef yazılanların hepsi doğru. Yani bilim kurgu filminin içinde değilsiniz, kurgu bir roman okumuyorsunuz. Yakın hem de çok yakın bir gelecekte bunların hepsi bir bir gerçekleşecek.

Müsaade ederseniz asıl konuma bodoslama dalmak istiyorum.

Biliyorsunuz şu anda internette arama motoru olarak kullandığımız Google 1998 yılında bir garajda kuruldu. O dönemden bu yana sadece 21 yıl geçti. Bu sürenin kısa oluşu sizi yanıltmasın. Çünkü “zaman” kavramı yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladı. 21 yıl önceye geri dönüp baktığımızda o zamanlarla, şu anda yaşadığımız dönem arasında dağlar kadar fark olduğunu görebilirsiniz. Google olmadan neredeyse nefes alamaz hale geldik. Gittiğimiz her yere vücudumuzun bir uzvu gibi taşıdığımız telefonlardan tutun, bilgisayarlara kadar her türden teknolojik gelişmenin altından Google çıkıyor.

Google aslında var olduğu 21 yıl içinde şu anda içinde olduğumuz TEKNOLOJİ ÇAĞININ ilk adımlarını atan en önemli firmalarından biridir.


Google Maps


Bunun temellerini attığı ilk adım Google Maps oldu. Öyle ki bütün dünyayı fotoğraflayarak bir harita ağı oluşturmuş durumdadır. Onların oluşturduğu haritaları kullanarak Navigasyon denilen yer bilgisi edindiğimiz aletler icat edilmiştir. Bizler bu sayede bütün dünyayı bir tıkla 2 boyutlu olarak görebiliyoruz ve bundan faydalanabiliyoruz. Navigasyon, dünyanın kılcal damarlarını Google Maps programına yükleyerek bilgisayarlarımıza veya telefonlarımıza kadar girdi. İstediğimiz anda navigasyonumuzu açarak bilmediğimiz yerlere rahatça gidebiliyoruz. İşte bu programların yazılımları hazırlanırken bir sürü para harcanıyor. Harcadıkları parayı geri kazanıyorlar mı? Bizlere sunulan bu hizmetler “bedava” dır. Daha doğrusu bedava olduğunu bize düşündürtüyorlar.  Hiçbir bedel ödemeden birçok hizmetten faydalanıyormuş gibi hissettiriyorlar. Ama gerçek böyle değil. Belki bizden maddi olarak herhangi bir karşılık beklemeden bu hizmetleri veriyorlar ama karşılığında bizden çok daha önemli bilgiler alıyorlar. Mesela navigasyondan faydalanabilmek için  nerede yaşadığımızla ilgili bilgiyi alıyorlar. Ev adresimiz, iş adresimiz, saat kaçta uyanıp işe gittiğimiz, ev ile iş arasındaki mesafe, kaç saat iş yerinde kaldığımız gibi veriler otomatik olarak “yapay zeka” programlarıyla birer “data” haline getiriliyor. Yani bedava navigasyon hizmeti vererek karşılığında bizimle ilgili birçok bilgiye aynı anda sahip olabiliyorlar.

Zaten şu anda yaşadığımız Teknoloji Çağı’nın da olmazsa olmazı DATALAR’dır. Bu çağda DNA’nın yerine geçen kavram DATA’dır. Yani 7 milyar insanla ilgili bilgiler DNA gibi işleyen DATA’lar sayesinde bir yerlerde depolanıyor.


Data

Örneğin bir haber sitesini açtınız, hangi haberler ilginizi çekiyorsa onu açıp okumaya başladınız. Genelde magazin habarleri okuyorsunuz, ya da spora meraklısınız veyahut sadece siyasi haberler ilginizi çekiyor. 1 dk sonra farklı bir site açtığınızda karşınızda okuduğunuz habere benzer başka haberlerle karşılaşıyorsunuz. Başka bir örnek; Youtube’da bir video izlediniz. Youtube izlediğiniz bu videoyu yapay zekâ programıyla hafızasına kaydediyor. Ertesi gün Youtube açtığınızda karşınıza daha önce izlediğiniz videoya benzer videolar dökülmeye başlar. İnternette yapmış olduğumuz her tık, her like bizimle ilgili bir “DATA” oluyor. Yani her birimiz için birer DNA sarmalı oluşuyor. Zevklerimiz, tercihlerimiz, nerelere gittiğimiz, kimlerle olduğumuz, aile bireylerimiz, cinsel tercihlerimiz, alacağımız tshirtün markası, rengi, nakışı, yıkama talimatı, hangi bankada kaç paramız var… vs. Her türlü bizi biz yapan alt detay şu anda Google gibi büyük teknoloji devlerinin elinde toplanıyor.

İnternete attığımız her fotoğraf taranıyor ve hafızaya kaydediliyor. Gençlik, orta yaşlı halimiz, yaşlanmış halimiz bir yerlerde bekletiliyor. İnternet denilen dünya arkamızda duran gölgelerimizi bile kopyalıyor.

Her şey tamamlandı.  2012 yılından beri istenilen bütün detaylar işlendi ve harekete geçildi. İnsana dair ne varsa her şey tamamdı. İstekleri, dürtüleri, bakış açısı, tercihleri, sezgileri, hisleri kopyalandı. Sadece 1 konu eksik kalmıştı. Onu da bakın nasıl tamamladılar.

“Maya takvimine göre kıyamet kopacak, herkes Şirince’ye gitsin,” diye feryat ettikleri kıyamet, aslında gerçekten o gün başlamıştı. 21 Aralık 2012 için yazılan felaket senaryoları yüzünden ABD Ulusal Uzay İstasyonu NASA özel bir sayfa hazırlamıştı. Orada yapmış olduğu açıklamalardan biri de şöyleydi;  Tıpkı evlerimizdeki takvimlerin, 1 Ocak'ta yeniden başlaması gibi Maya takvimi de 21 Aralık'tan sonra yeni bir döneme başlıyor"
Doğru söylüyorlardı. Dünya o gün yeni bir çağa adım atıyordu.

Kişisel gelişimle ilgilenen insanların dilinden düşürmediği, “Biz aydınlanmış insanlar bu çağla birlikte yeni bir boyuta geçeceğiz.  Aydınlanmamış olanlar ise eskisi gibi yaşamaya devam edecekler,” söylemi de bu büyük senaryonun başlangıcıydı. Aydınlanmış olmak ayna dünyaya alışmak anlamına geliyordu. Kopyalarımızın olduğu sanal âlem ise yeni bir boyut anlamına geliyordu.

Amerika’da ortaya çıkan kişisel gelişimle ilgili her şey, bütün dünyaya dalga dalga yayılmaya başladı. Bu akım, insanları ayna dünyaya hazırlayacak inanç sisteminin ta kendisidir. Ben kişisel gelişimcileri ayna dünyaya hizmet ettiğinin farkında olanlar ve olmayanlar olarak 2’ye ayırdım. Kişisel gelişimciler, teknoloji çağının yaratıcıları için “yeni bir din” yaratmakla görevlendirildiler. Yeni din ortaya çıkarken haliyle eskilerinden kurtulmak gerekiyordu. Farkında olanlar ve olmayanlar el ele verip dünyaya yeni bir anlayış getirmeye başladılar. İyi ya da kötü olarak ayırmakta zorlandığım bilgiler sundular. Bazı bilgiler gerçekten insan gelişimini sağladı, bazıları ise dünyayı yeni oluşturulan çağa hazırladı. Böylece ayna dünyada eksik kalan inanç konusu da halledilmiş oldu.

Teknoloji firmaları, ayna dünyada insanları bir arada tutacak “inanç” sistemini de kendileri tasarladı. Yaptıkları işlemler başarıyla sonuç verdi. Birçok insan bilinçli ya da bilinçsiz olarak “kişisel gelişim” kervanına katılarak, fikriyat dünyamızı yeninden şekillendirmeye başladılar. Onların verdiği bilgilerle dünyaya ve insana bakış açıları değişti. Tam da “Teknoloji Çağı” efendilerinin istediği gibi, eski dinler sorgulanmaya başlandı. Akıl çalıştıkça şu zamana kadar insanların manevi yönünü dolduran dinlerin çelişkileri, yalanları, eksiklikleri, kurgusu, senaryosu irdelenir oldu.


Modern Çağın Köleleri


Yakında tıpkı INCEPTİON filminde olduğu gibi, rüya içinde rüya yaşamaya başlayacağız. Yani yeniçağın asıl konusu “AYNA DÜNYALAR”a giriş yapıyoruz.

Future, yani gelecek ile ilgili izlediğiniz her film, okuduğunuz her kitap, duyduğunuz her konuşma, aslında bu çağın ayak sesleriydi. Birileri yaşayacağımız çağı bizlere göstermek veya yavaş yavaş alıştırmak için sinemada 3 boyutlu filmler çektirdi, diziler yaptırdı, kitaplar yazdırdı, paneller hazırlattı. Bizler de bütün bunları masal dinler gibi izledik geçtik. Fakat her izlediğimiz film, okuduğumuz kitap farkında olmadan benliğimizde bir tik attı. Bilinçaltımıza işlendi. Aklımızın bir köşesinde yer etti.  Yüzüklerin efendisi filminde Frodo’nun parmağına geçen yüzükle bir anda dünyadan kaybolarak, ayna dünyaya gitmesi, orada hiç kimsenin görmediği varlıkları görebilmesi ayna dünyanın bir çeşit anlatımıydı. O sahnenin videosu; https://www.youtube.com/watch?v=BhIjcwxvJ2g

Bir başka örnek Black Mirror dizisidir. Bu dizi başlı başına ayna dünyayı anlayan bizleri o günlere hazırlamakla görevli bir dizi. 

Günümüzde izlediğimiz filmlerin görsel efektleri olağanüstü gerçekçilik kazanmış durumda. Yeşil perdede arka plana istedikleri gibi hükmedebiliyorlar.
Yeşil perde ile oluşturulmuş 3 boyutlu görsel efektler için bakınız; https://www.youtube.com/watch?v=PuB-0GkIeO8

Bunların dışında dünyada gerçekleşen suni ayaklanmalarda kullanılan hologramları da es geçmemek lazım. Bunun en bariz örneğini Arap Baharı’nda Mısır’daki kargaşalar esnasında bir anda ortaya çıkan yeşil atlı adamda görmüştük. O dönem tv programlarında yeşil atlı adam hologramı çok tartışılmıştı. Hatta bir ara insanlar o kadar ileri gittiler ki, o görüntüdeki adamı Hz. Hızır olarak düşünmeye başladılar.
Youtube’da izlemek isteyenler olursa linkini aşağıya koyuyorum.

H.A.A.R.P projesiyle gökyüzünün Stratosfer katmanına gönderilen ses ve titreşimlerle insanlara göz yanılsaması yaşatabiliyorlar. H.A.A.R.P projesinin mucidi bilindiği üzere NİCOLA TESLA’dır. (Tesla’nın akıl almaz hayat hikâyesini izlemek isterseniz, https://www.youtube.com/watch?v=HF_lKMD1hfI)  

Bu şekilde oyunlar oynayarak insanların gerçeklik algısıyla oynamaya devam edecekler. Bilim insanlarının yapabileceği sıradan bir holograma bile Hz. Hızır diyen insanlar, H.A.A.R.P programıyla yapılan diğer olağanüstü doğa olaylarını bilseler küçük dillerini yutarlardı.

Ayna dünya ile yüzleştiğimizde şok olmayalım diye yapılan ön çalışmalar meyvelerini vermeye başladı.
2023 yılından itibaren yavaş ama emin adımlarla AYNA DÜNYA’nın içinde olmaya başlayacağız.

Peki, nedir bu Ayna Dünyalar? Kısaca, yaşadığımız dünyanın birebir kopyasıdır. Bizlerden toplanan bütün datalar bulut hafıza ortamına kaydedilmiş ve 3 boyutlu hale getirilmiş vaziyette bekletiliyor. Hazır hale getirilen tüm bilgiler, dijital ortama çoktan aktarıldı. Şu anda isteğe bağlı olarak yapılan ama yakın bir gelecekte bütün dünya insanlarına yapılacak olan bir çip operasyonuyla artık hepimiz şu anda yaşadığımız hayatların bir kopyasını sanal arttırılmış gerçeklik ortamında yaşamaya başlayacağız. Daha önce gördüğünüz sanal gerçeklik gözlüğü sadece bu dünyaya giriş için kullanılan bir aparattı. Bir nevi hazırlık aşamasıydı diyebilirim. Ama bir adım sonrasında beyinlerimize yerleştirilecek çiplerle tamamen kopyalanmış sanal dünyanın içinde yaşamaya başlayacağız.

Şu anda bu çiplerden üreten bir firma bile var. Elon Musk’un kurduğu bu firma, hepimize takılacak olan çipleri hazırlamış. Hatta hali hazırda Elon Musk canlı bir denektir. Kafatasına yerleştirilen çipi bizzat kendisi deneyerek uygunluğunu test ediyor. Yakın gelecekte herkes kendisine takılacak çiplere kavuşacak. 

Şu anda bazı beyinsel hastalıklar için kullanılan ve gerçekten olumlu sonuç veren çip tedavisi, ilk etapta toplumda nezdinde iyi karşılanacak. Şimdilik Parkinson hastalığında kullanılmaya başlanan ve gerçekten hastaların titremesini engelleyen çip sistemi, ileride bütün beyinsel rahatsızlıkların tedavisi için kullanılabilecek. Gittikçe bu sistem diğer ölümcül hastalıkları da tedavi edebilecek seviyeye gelecek! Örneğin bütün dünyada salgın haline gelen kanserin bütün tiplerinde kullanılabilecek. Ölmek istemeyen insanlar beyinlerine bu çipleri bilerek ve isteyerek taktırtacaklar.  Geriye sağlıklı bireyler kalacak. Bizler de yaşamak isteyip yaşayamadığımız dünyaları yaratma düşüncesiyle, ya da yalnızlıktan kurtulmak amacıyla, olumsuz dünyadan bıktığımız ve bu karmaşık ortamdan kaçmak, savaşlardan, hastalıklardan korunmak için çiplere yöneleceğiz. Sonunda hepimizin beyinlerine o çiplerden takılacak.

Beynimize takılacak çiple ne olacak? Bu sorunun cevabı basit, yazılımlarla kodlanmış bir sanal dünyanın içine gireceğiz. İnsanlar hologram şeklinde olacak. Sanal olması sizi yanıltmasın, 5 duyumuz o ortamda da aynı kalacak. Yani dokunabileceğiz, koku alabileceğiz, tadabileceğiz.  Diğer özellikleri ise şöyle; istediğimiz yere anında gidebileceğiz. Konuşmak istediğimiz ama uzakta olan herhangi biriyle telefon olmadan “telepatik” olarak konuşabileceğiz. Evimizi, arabamızı, mobilyalarımızı düşünce gücüyle istediğimiz gibi değiştirebileceğiz.  Kendimize istediğimiz gibi evler inşa edebileceğiz. Yemek yeme gibi bir ihtiyacımız olmayacak. Hastalanmayacağız. Oradayken zaman kavramımız olmayacak. Çünkü istediğimiz zaman geçmişimize rahatlıkla geri dönerek düzeltmek istediğimiz her şeyi düzeltebileceğiz. Orada “para” olmayacak. Para yerine geçecek tek şey, “insan varlığının değeri” olacak. Örneğin; yazılımcı olan Ömer Bey Ayna Dünyasında çok değerli olacak, istediği şeyi yapabilecek. Ama sekreter olan Ayşe Hanım’ın kredisi çok düşük olacak, istediği şeyi istediği zaman yapamayacak. Bazı programlar ona kısıtlı verilecek. Her yazılımdan faydalanamayacak.

Ayna Dünyada insanları bekleyen şeyler bunlar olurken, bilim insanları 20-25 yıldır ikiye ayrılmış durumda. Biz bilmesek bile bizler için tartışan birileri oluyor elbette. Bazı bilim insanları yaşayacağımız 3 boyutlu yüksek sanal gerçekliğe karşı çıkıyor. Karşı olmalarının en büyük sebeplerinde birisi şu, hedeflenen süreden sonra yapay zekâlar insanların yerini alacak. İnsanların,  ayna dünyada hiçbir fonksiyonu kalmayacak. Çünkü bizim yapmamız geren her şeyi yapay zekâyla donatılmış robotlar yapacak. Ayna Dünyaya karşı çıkan bilim insanları örneğin 500 yılın sonunda insan ırkının başka bir türe dönüşeceğini söylüyorlar.  500 yıl sonra işlevsiz kalan insanlar, ayna dünyayı yöneten yapay zekâlı robotlarla ile birleştirecek.  Bu birleşmeden sonra ortaya sentez bir ırk çıkacak. Sentez ırk Ayna Dünya’ya adapte edilecek. Ama komuta ve yönetim yapay zekâlı robotların olacak. Bizler sentez ırk olduğumuz için yönetimde söz sahibi olamayacağız.

Ayna Dünya projesine karşı olan bilim insanları bize zarar verecek farklı konuların olduğunu da söylüyorlar.  Endişeleri ve çekincelerini şu şekilde sıralıyorlar;

1-Zaman kavramımız yok olacak.
2-Yaşadığımız somut dünyadan kopacağız.
3-Getirilecek kripto paralarla yeni bir kölelik sisteminin köleleri olacağız.
4-Beynimize yerleştirilecek çiplerle varlığımıza her an hükmedebilecekler. (H.A.A.R.P Projesi)
5-Ayna dünyayı inşa eden teknoloji firmaları istemediği insanı bu dünyanın dışına atabilecek. (Google, Yahoo, Facebook, Amazon, Twitter..vb) Bu da  bir nevi sistemin dışına atılan insanın ölümü olacak. Yani eceliyle öldü tabiri ortadan kalkacak, sistemden atıldı tabiri gelecek.
6-Kullandığımız her teknolojik alet bizim bütün varlığımızı kopyalayabilecek. Bizden birkaç tane yaratılabilecek. Ayna Dünya’da aynı saat dilimleri içinde birden fazla yerde olabileceğiz. Bu sayede bizim kopyalarımıza istedikleri şeyi yaptırılabilecekler.
7-Mahremiyetiz yok olacak. Her an her saniye izleniyor ve dinleniyor olacağız. Her hareketimiz kontrol altında tutulacak. Kendimize ait özel bir alanımız kalmayacak. Telefonlarımızı ya da bilgisayarlarımızı kapatsak bile harita ağı üzerinden bizi bulacaklar. Örneğin telefonumuzu kapattık, bize erişemeyeceklerini düşünüyoruz. Tamamen yanılıyoruz. En yakınımızda olan kişi ya da kişilerin telefonlarına ulaşacaklar, mobese kameraları devreye girecek, yeni nesil televizyonlarla yerimizi bulabilecekler.
8-Ölmüş insanlar bir takım titreşim dalgalarıyla yeniden hayata döndürülebilecek.
9-Özgürlüğümüz kalmayacak.

Teknoloji Çağı hepimize hayırlı uğurlu olsun diyeceğim ama nasıl hayırlı olacak onu da bulamıyorum.
Yaşadığımız bu dünyanın yalan olduğunu düşünmeye başlayacağız. Dinleri sorgulayacağız. Yönetilme şeklimizi, bizi yönetenleri ve kendi geleceğimizi düşüneceğiz. Bütün bu sorgulamalardan sonra şu sonuca varacağız, kim bilebilir, belki de asıl gerçeklik ölümdür? Bizim şu anda yaşadığımız dünyanın sanal bir dünya olup olmadığını kim iddia edebilir ki? Belki şu an bile bir sanal dünyanın içinde yaşıyoruzdur? Zaten bizlere din diye takdim edilen öğretilerin çoğu, bu dünyanın “yalan” olduğu tezinin üzerine kurulu değil mi? Asıl dünyanın ahiret olduğu, cennet ve cehennem diye tabir edilen farklı boyutlardan bahsedilmiyor mu? Belki de dinlerin bize anlattığı cennet veya cehennem “yalan” değil “sanal” dır.

Böyle bir durumda M.Ö yaşayan Platon’un Devlet adlı kitabında bahsettiği MAĞARA ALEGORİSİ’ni yaşadığımız ortaya çıkmıyor mu?
Neydi Platon’un bahsettiği Mağara Alegorisi? Kısaca özetleyelim;
Mağarada yaşayan bir insan topluluğu vardır. Bu insanlar zincirlerle o mağaraya bağlanmıştır. Sadece önlerini görebilmektedirler. Başlarını sağa sola çeviremezler. Görebildikleri tek şey, önlerinde duran insanlar, bir de mağaranın içine vuran güneşin yansıttığı gölgeleridir. Yüzlerini göremedikleri arkadaşlarının sadece gölgelerini görebilmektedirler. Zamanla bu onların salt gerçekliği olur. Bir gün topluluğun içindeki bir insanın zincirleri kırılır. Zincirleri kopan insan uzaktan baktığı mağaranın kapısına yönelir. Kafasını uzatır ve dışarıda gördüğü dünyaya hayran kalır. Kendisini tutamaz ve dışarıya fırlar. Mağarayı terk eden insan günlerce dışarıda gezer tozar. Dışarıda gördüğü ağaçlar, ovalar, dağlar, nehirler, çiçekler, hayvanlar karşısında bütün dünyası yerle bir olur. O an anlar ki yıllarca tutsak tutulduğu mağarada gördüğü gölgeler salt gerçek falan değilmiş. Hemen gördüklerini arkadaşlarına anlatmak ister. Mağaraya geri döner. Orada tutsak olan arkadaşlarına dışarıda olan biten her şeyi tek tek anlatır. Gördükleri gölgelerin salt gerçeklik olmadığını, mağaranın dışında farklı bir dünyanın olduğunu heyecanla izah eder. Fakat ne anlatırsa anlatsın, neredeyse doğduklarından beri o mağarada olan insanlar arkadaşlarının anlattığı dış dünyaya inanmazlar. Çünkü onlar onun gördüğü dış dünyayı görmemişlerdir. Kendileri mağarada bir toplum oluşturmuşlar, gölgeleri onların tek gerçekliği ve düzeni olmuştur.
Dışarıyı gören insan, dışarıda başka bir dünyanın olduğunu bildiği için onların düzenine artık uyum sağlayamaz.
Dolayısıyla “Gerçek seni özgür kılar.”

Fark ettiyseniz eğer kitaplarda yazan ama bizim asla olmayacağını düşündüğümüz o evrene adım attık. Bu da bize şunu ispat ediyor, “Hayal ettiğimiz her şey aslında gerçekliktir.”






22 Ağustos 2019 Perşembe

Markopaşa: Halk için siyasi mizah


Marko Paşa Dergisi Yazarları


stanbul Boğazı’nın müstesna bir kesitidir Anadolu Hisarı. Burası için, mitoloji yazımı “Tarihin ilk boks maçının yapıldığı yer,” diyor. “Altın Post’u arayan Argonotlardan yumrukları güçlü Polluks’la vahşi bir güce sahip dev kral Amycus arasındaki günler süren dövüşü Polluks kazanmış ve Amycus’u bu maçta öldürmüş.” Yuşa Tepesi’ndeki 12 metre uzunluğundaki mezarda maçı kaybeden kralın yattığına ilişkin söylence daha uzun ama başka sahipleri de var.
İslam teolojisi İstanbul’un dört kurucusundan biri olan Yuşa Hazretleri’nin mezarı sayıyor burayı. Bu yüzden kutsal, ziyaretgâh ilan edildi.
Bunlar bir yana Yuşa Tepesi, İstanbul Boğazı’nı seyredebileceğiniz en güzel tepelerin başında gelir. Beni dinlerseniz, matarayı hayırlı sıvılarla doldurup gitmekte fayda var. Fakat kentin bu ucunun benim için başka başka güzellikleri de var. Örneğin, Yuşa Tepesi’nden aşağı, Hisar’a inince zaman geçirdiğim yerlerden biri, Marko Paşa’nın konağı olur.
Bugün artık Türkiye argosundan handiyse silinmiş -ki bir zamanlar çok ünlüydü- “Derdini Marko Paşa’ya anlat” deyiminin muhatabı hakkında biraz bilgi verip devam edelim:
Bu doktorun asıl adı Marko Apostolidis’tir. Sultan Abdülaziz’in hekimbaşısıdır. Hilal-i Ahmer’in yani günümüzdeki Kızılay’ın kurulmasında da başrolü üstlenenlerden birdir. Bu usta hekim ve aktivist çözemeyeceğini bildiği sorunları, bir yere varmayacak yakınmaları bile sabırla dinlemesiyle ünlenmiş: “Anlatın, anlatın lütfen,” dermiş ve evine varması bazen yarı leyliyi bulurmuş.
tevfiktas_marko-3Konağı da tıpkı paşa gibi, sabırlı, dayanıklı… Ben işte yine bu konağın önüne kurdum tezgâhı ve başladım düşünmeye. Düşündükçe anılar, sorular da akın etti. Örneğin, 1946 yılında aralarında Sabahattin Âli, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Mim Uykusuz, Şerif Hulusi gibi Türkiye’nin en önemli edebiyatçı ve mizahçılarının bulunduğu bir ekip Markopaşa adını taşıyan bir dergi kurdular. Peki de derginin ilk isim babaları Alaaddin Akgüder ile Sarı Mustafa, bu ismi bulurken bu ülkede, mizah yapmak insanın ömrüne zarardır diye mi düşündüler acaba? Kadroya dâhil olanlar peki, mizah dergisi yapmak, mizahla uğraşmak insanları ciddiye almayı, sabırlı olmayı gerektirir düsturuyla mı vira bismillah çektiler; yoksa sansürcüleri, karaborsacıları, mahkemeleri Markopaşalık yapalım mı dediler? Bu sorular öyle saltabaş gelmiyor; her birinin ucu bir olaya, bir anıya dayanıyor.
Sınıf”tan Markopaşa’ya
İşte derken aklıma, Markopaşa’nın çıkışının 50. yılı münasebetiyle, Evrensel Kültür dergisi için Rıfat Ilgaz’ın oğlu, bizim yazar ve yayıncı mahallesinin Aydın Ağabeyi’yle yaptığımız sohbet geldi aklıma.1
Rıfat Ilgaz, Sınıf adlı kitabının kapağı kırmızı, içinde de sınıf sözü geçtiği için öğretmenlikten atıldı,” diye başlamıştı Ilgaz söze ve şöyle sürdürmüştü: “Babamla, Sabahattin Âli’nin dostluğu işte bu sıralarda başlamıştı. Ölünceye kadar bu dostluk zerre bozulmadı. Markopaşa projesi önce Sabahattin Bey’e gidiyor. O da Aziz Nesin’le babamı çağırıyor.” Biz bu sohbeti yaptığımızda Sivas’ta Madımak Oteli’nde başta yoldaşı Aziz Nesin ve Asım Bezirci olmak üzere saldırıya uğrayan, yakılarak öldürülen yazarlara, sanatçılara kalbi dayanamayan Rıfat Ilgaz’ı da kaybetmiştik ve bütün acılarımız tazeydi. Aydın Ilgaz, kaç kez boğazındaki düğüme söz geçirmeye çalıştı, kaç kez gözyaşını bizden gizlemek için dışarı çıktı bilmiyorum. Ama yine de anlattı: “Babam, mizahçılık sürecinin bir kısmını Sarı Yazma adlı kitabında anlattı. Ama benim size asıl diyeceğim, Markopaşa süreciyle birlikte bizim evlerimizin de hapislik ve hastalık süreci başlamıştı. Benim çocukluğumda, Sultanahmet cezaevi bizim için tatil programının ilk sırasında yer alıyordu. Babam gâh burada, gâh Paşakapısı hapishanesinde, gâh verem olduğu için hastanelerde oluyordu. Ama yine de Markopaşa çıkıyordu. Zira savaş sonrası, tek parti dönemin her türlü gizli siyasi ilişkisini Markopaşa açığa çıkarıyordu, bir de bunu mizahla yapıyordu. Bütün karaborsacılar, iktidarın bütün adamları dergiyi bir numaralı düşmanı görüyordu.
Tuhafa bakın ki biz Evrensel Kültür’de Markopaşa’nın 50. yılını konuşmuştuk, şimdi Markopaşa’nın 70. yılı ve Evrensel Kültür kapatıldı. Zira, Ilgaz da tam bu noktaya parmak basıyordu: “Aziz Nesin’in, Mim Uykusuz’un, Sabahattin Âli’nin ve babamın verdiği mücadele bugünün aydınları için de örnek olacak niteliktedir. Üç kuruşu bir araya getirdiklerinde gazete kuruyor. Sonra devlet onu kapatıyor, onlar borçlanıp yeniden kuruyorlardı.
Menderes Markopaşa’ya abone
Anadolu Hisarı’ndaki dostlarımdan Halil Endamlı, beni öyle düşüncelerle Marko Paşa’nın kapısında oturur görünce sessizce eve gidip bir insanın kış koşullarına dayanmasını sağlayacak nevaleyi termos tertibatıyla getirdi koydu yanıma. Sonra da “Senin tefekkürün gelmiş, bana müsaade,” deyip usulca gitti. Aydın Ilgaz’ın dediklerinden biri daha gelince aklıma, o acıyla gülümse de suratımdaki sahada maça başladı. Aydın Ilgaz’a kulak verelim:
tevfiktas_marko-5Bizimkiler Markopaşa’yı çıkarırken Adanan Menderes muhalefetteydi. Daha da güzeli, Menderes, Markopaşa’nın abonesi, çünkü dergi iktidardakilerini yani CHP’yi hop oturtup, hop ayaklandırıyor. Menderes bazen bizimkilere tebrik telefonları açıyor. Fakat iktidara geldiği gün Menderes kürsünden şöyle bağırdı:
Türkiye’de kökü dışarıda mizah dergileri var. İlk işim onları kapatmak olacak.’ Ve akıl almaz saldırılar, bu kez de DP eliyle yapıldı.
Burada nelerin Markopaşalık olduğuna ilişkin bazı muhkem ipuçları var amma ben şimdilik “güler misin ağlar mısın?” sorusunu orta yere bırakıp Ali Nesin’le konuşmaya gidiyorum.
Bütün ezberi bozan derstir
Bugün bizim ülkemizde, matematiği felsefeyle, sanatla en yüksek seviyede buluşturan Matematik Profesörü Ali Nesin, 1996’da bana gönderdiği mektuba şöyle başlamıştı: “Filiz Âli, Aydın Ilgaz, Tekin Uykusuz benden daha şanslılar. Çocuklukları, babalarımızın bütün serüveniyle geçti. Ben o zaman daha dünyada yoktum. Ama Nesin Vakfı’nda babamın ölümünden sonra tam 1500 klasör çıktı ve bunların büyük çoğunluğu Markopaşaların da yayımlandığı süreçle ilgili… Vakıfta çıkan bu belgeleri incelerken babalarımızın, çoluk çocuklarının neler çektiğini neredeyse bütün ayrıntılarıyla görebiliyorum. Ben bu kadar belge bulabiliyorsam, acaba MİT’in, polisin arşivlerinde neler vardır neler. Zira nefes aldırmamışlar babalarımıza. Polis baskınları, polis baskısından ötürü dağıtılamayan, satılamayan ama buna karşın iktidar destekli gazetelere nal toplatan gazeteler; kapatma, hapis, işkence, küfür, açlıkla terbiye etme çabalarına karşı mizahın şahikası…
Ali Nesin, o tarih birikimine, o günlerin insana güç veren çalışkanlığına öylesine güveniyor ki: “Markopaşa döneminde Aziz Nesin 30’lu yaşlarında. Genç yaşından ötürü de inançlarında ötürü de enerji fışkırıyor. Bir de eski asker olduğu için atletik bir yapısı vardı. Rıfat amcam (Ilgaz) babamdan üç yaş büyük. Mim Uykusuz belki babamla yaşıt, belki daha genç yaşını tam bilmiyorum. Sabahattin Âli orta yaşlı ve tanınmış bir yazar. Demek ki kadro çok genç. Markopaşaları karıştırdığımda beni hayrete düşüren bu genç adamların özgüveni, cesareti ve kavrayış gücü oluyor.
Kimlere hücum edip tefe koymamışlar ki; Celal Bayar, Refik Koraltan, Kâzım Karabekir, Falih Rıfkı Atay, Cihat Baban, Peyami Sefa, Nihat Erim, Zeyyat Ebüzziya… Bunlar daha ilk iki sayıda Markopaşa mizahından payını alanlar…
İkinci gözlemim bu dergilerdeki yazıların bugün de güncel olması. Ayşe’yi Fatma, Hasan’ı Veli yap o yazıları yayımla, bugün yazılmış gibi. Bunun tek nedeni, periyodik o yayınlarda çıkan yazıların sağlamlığı değil. Türkiye o 1946’lı 1950’li yıllardan bugüne bir arpa boyu yol gitmemiş.
Yılmamış babalarımız
2016 yılı sona ererken, hayır benim bu yazıyı yazdığım sıralarda Olağanüstü Hâl kapsamında Türkiye’de kapatılan gazete, dergi, televizyon, radyo, yayınevi ve haber ajansı sayısı 168 oldu; 142 gazeteci içeride ve 100 bini aşkın insan gözaltında. Durum böyleyken Nesin Hoca’nın sözleri daha da oturuyor içime… Gel gelelim, bizim de şimdi, yetmiş yıl sonra o günlere yeniden, yeniden bakmamız biraz da bundan, yani kendi tarihimizden öğrenmek için değil mi? Ali Nesin konuşsun:
Yılmamış babalarımız. Bu çok önemli, devlet bütün araçlarıyla saldırmış. Kalemden kâğıttan başka sermayesi olmayan adamlarla baş edememiş. Kalem kâğıt diyorum; çünkü bazı zaman matbaalar korkudan basmıyor. Dağıtımcı dağıtmıyor. Gazete bayileri korkudan satmıyor. Ama onlar kendi imkânlarıyla yine de çıkarmışlar. Yılmamış babalarımız; biri kapanmış, birini açmışlar:
Markopaşa, Malûmpaşa, Merhumpaşa; Bizim Paşa, Yedi-Sekiz Paşa, Hür Markopaşa, Öküz Mehmet Paşa, Ali Baba, Geveze, Medet, Baştan, Yeni Baştan… Bu gazete adları benim bulabildiklerim. Bütün bu adlar, devletin düşünceden korkma biçiminin, bunları çıkaranların korkusuzluğuna çarpıp çarpıp durduğunu da göstermez mi?
Göstermez olur mu? Bütün bu olup bitenleri bizim her anımızın iletişim ağlarıyla dolu olduğu yıllarla değil de telefonun bile bin evden birinde olduğu 1946 yılıyla düşününce kalemin ve doğruluğun gücüne bir kez daha çarpılıyor insan. Toplam dört yıl içinde bunca gazete adı değiştirmeye zorlanmak ve her gazeteyle hükümet edenlere deprem korkusu yaşatmak; daha ne olsun!
Sansürcülüğün takvim tarihi tam bilinmiyor. Sansürcülüğün ama insanların seslerinin duyulmasını istemeyen, doğrulardan korkan bu nedenle de şairleri, yazarları gazetecileri hapseden, öldüren, kitapları yakan devletlerin işi olduğu biliniyor. Düşünün ki bilebildiğimiz ilk kitap yakma olayı M.Ö 213 yılında. Çin İmparatoru Shih-Huang-ti bütün kitapların yok edilmesini emretmişti. İmparatorun nedeni “kendi ailesindeki kimi bireylerin nahoş ilişkilerinin kimi tarih kitaplarında yer alması,” diyor Borges. Kitaplar yakılınca Çin tarihi ortadan kalktı mı?
Gelin, dünya müziğinin teorisine, öğrenilmesine katkılarından ötürü de şükran duyduğum Filiz Âli’yi dinleyelim.
Mektuplar ah! Ne güzel, nasıl acı!
Filiz Âli’yle hem Markopaşa’nın 50. yıl için konuşmuştum, hem de Sinop Cezaevi’nde, o harikulade “Başın öne eğilmesin / Aldırma gönül aldırma” dizelerinin Sabahattin Âli’nin kaleminden döküldüğü duvarların arasındaki sohbetimiz de anlattırmıştım. Sabahattin Ali’nin buradaki koğuşunda bir portakal sandığından yarattığı çalışma masasında yazılarını yazdığı, çeviriler yaptığı bilinir. O nemli duvarları süzen gözlerini Filiz Âli’nin hiç unutmadım; unutmadım sözünü, sohbetini:
Markopaşalar sürecini ben babamın, anneme yazdığı mektuplardan bugün de izleyebiliyorum. Örneğin 26 Kasım 1946 tarihli mektup,” diyor Filiz Âli ve sözü ustaya, Sabahattin Âli’ye bırakıyoruz:
Sevgili Aliye; mektubunu da kartını da aldım. Çok meşgul olduğum için biraz geç cevap veriyorum. Gazeteyi herhalde aldın. Arkadaşlar ne diyorlar. Bu iş beni bir hayli yordu. Hele dün, yani gazetenin çıktığı pazartesi sabahı çok alçakça bir oyunla karşılaştık. Gazeteyi İstanbul’a ve Ankara’ya tevzi (dağıtım) işini üzerlerine alan bayiler son dakikada sabotaj yaptılar. Biz bu gazeteyi dağıtmayız! dediler. Bunun üzerine, Aziz Nesin’le ben gazeteleri toplatıp kendimiz tevzi ettik. Bununla birlikte Markopaşa bir günde satıldı. Herkes tarafından aranıyor ama mevcudu yok. Zaten 6000 nüsha basmıştık. İkinci nüshayı daha çok basmayı düşünüyoruz. Ben aralık ayının ortalarına doğru Ankara’ya döneceğim. Şimdilik işleri tek başına Aziz Nesi’in üzerine bırakmama imkân yok. Henüz siyasi bakımdan da, mizah seviyesi bakımından da kontrole muhtaç.
Filiz Âli “Aslında hem evlerine, hem birbirlerine yazdıkları mektuplar öyle güzel bilgiler veriyor ki,” diyor; “Örneğin Aziz Nesin babama yazdığı bir mektuptan öğreniyoruz ki gazetenin sekizinci sayısında satış 6 binden 34 bine yükselmiş.
İşte tam bu cümleyle, birbirimize ve Sinop hapishanesine daha bir dikkatle bakıyoruz; “Zaten” diyor Filiz Âli; “baskılar da gecikmiyor.” Sözü, Şerif Hulusi’ye bırakıyoruz, 21 Mart 1947’de Sabahattin Âli’ye şöyle yazıyor:
İki gözüm Sabahattin Âli, sana üzülecek bir haber vereyim İstanbul Emniyet Müdürlüğü dün sabah Markopaşa idarehanesinde ve Stad Matbaası’nda araştırmalar yapmış. Mevzuu da Aziz’in yazdığı ‘Nereye Gidiyoruz?’ broşürüymüş. Dün sabah iki polis Aziz’i aldı götürdü. … Stad Matbaası’nı tekrar açmışlarsa da Sacit’ten broşürü ve Markopaşa’yı basmamak hususunda teminat istemişler. Haluk (Yetiş) Mim (Uykusuz) Müücap (Ofluoğlu) ve ben gözlerinden öperiz.
Filiz Âli, O hapishaneden başka hapishaneleri düşünerek konuşmayı sürdürüyor: “Bir kere Paşakapısı cezaevinde gördüm babamı. Hapishane avlusunda annem, babam ve benim olduğum bir fotoğraf var her baktıkça burkulurum. Ülkenin en kaliteli yazarlarına yapılanları onlar kabul etmemişlerdi. Bizim de etmemiz olanaksız. Onların serüveni öğretmeye bugün de devam ediyor. Babam, Markopaşalar’ın sahibi statüsünde olduğu için Aziz Nesin’in bir yazısından ötürü hakkında açılan bir dava ağır cezalık oldu. Babam da kendisi gitmeden de yargılanır beraat eder düşüncesiyle izini kaybettirmek için, seyahate çıkıyor. Ama ondan sonra toparlayamıyor. Kaçaklık, borçlar, gazetenin kapanması vesaire… vesaire…
İster kaçak yaşasın ister hapiste olsun, bize yazdığı mektuplara baktığımda o nerede, hangi şart altında olursa olsun bizim geçimimizle, mutlu olmamızla ilgilenmiş. Düşün ki ülkesinin tanınmış yazarlarından biriydi ve ölmeden önce kamyon şoförlüğü, nakliyecilik bile yaptı.
Sabahattin Âli öldürüldü. Bu ülkede faili en belli faili meçhul cinayetlerin ilklerindendir. Mektuplarına “Filiz Hiç Üzülmesin” diye son veren o harikulade adam, yoldaşları bu dünyaya hem edebiyatlarıyla, çizgileriyle hem o bilenmiş aydınlık inatlarıyla anlam kattı. Biz şimdi zorun da zoru, asit kuyusu günler yaşıyoruz. O sağlam edebiyat, o devrimci atılganlık işte tam da bu günlerin, dili, ekmeği, şarabı, gülü…
Marko Paşa’nın konağı gece laciverdine büründü. Sessiz, sitemsiz. Ben kalkıp Yoros Burnu’na gidiyorum. Buradaki, Bizans kalesi kapladığı alan bakımından İstanbul’daki en büyük kaledir. Boğaziçi’nin tılsımına buradaki kulelerden bakınca durmadan değişen bir renkler senfonisi sarmalıyor insanı. Bu denizlerde Altın Post’u ararken başka gerçekleri bulanlarla, dünya malına zerrece tamah etmeyenlerin serüvenleri gidip geliyor o renkler coğrafyasında. Ve ben ruhumun derinliklerinde minnete, mihnete düşmeyenlerin, boyun eğmeyenlerin önünde saygıyla eğiliyorum. “Kitaplar Suç Ortağımız” demişti Rıfat Ilgaz, hem ne güzel demişti."
Evrensel Kültür, Aralık 1996; sayı 60. 
ALINTIDIR: Alıntı yapılan site   http://yenie.net/markopasa-halk-icin-siyasi-mizah/

( Teşekkürler )

90'ların en çok izlediğim yabancı dizileri

İlkokula giderken TRT’de yayınlanan diziler vardı. Okuldan eve gelir gelmez hemen derslerimi yapar dizilerin başlamasını dört gözle bekler...